Ayetullah Kemal Haydari'den Sekaleyn Hadisi dersleri (61)

Ayetullah Kemal Haydari'den Sekaleyn Hadisi dersleri (61)
Ala İbn el-Müseyyeb’den, o da babasından şöyle rivayet etmektedir. Ben, Bera İbn Azib ile karşılaştım ve kendisine şöyle dedim: Müjdeler olsun sana! Hz. Peygamber (s.a.a.) ile sohbette bulundun. Rıdvan Biatinde de bulundun. O da ‘Ey kardeşimin oğlu, sen sonradan neler ihdas ettiğimizi bilmiyorsun?’ dedi. (Buhari)

 

 

- Rahman, Rahim Allah'ın adıyla ve O'nun yardımıyla. Salât ve selam Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a.) ve tertemiz Âl'ine olsun.

 

Değerli izleyiciler es-selamu aleykum ve rahmetullahi ve berekatuhu. “Utruhatü'l-Mehdeviyye” programının yeni bir bölümünde sizinle birlikteyiz. Sekaleyn Hadisini senet ve delalet yönünden incelediğimiz programımızın 61. bölümündeyiz. Ayetullah Seyyid Kemal Haydari Bey'e ‘hoş geldiniz' diyoruz. Efendim, sizler önceki programda Kevser Havuzu'ndan ve özelliklerinden bahsettiniz. Havuzun başına gelip de su içmekten engellenen bazı kimselerin mevcudiyetine işaret ettiniz. Her ümmetin bir havuzunun olduğunu ve Hz. Peygamber'in (s.a.a.) havuzunun da Kevser Havuzu olduğunu belirtmiştiniz. Kevser Havuzu'ndan su içebileceklerin taşımaları gereken özelliklere de değinmiştiniz. Bu programın girişinde bu konuyu size sormak istiyoruz. 

 

- Kovulmuş şeytandan her şeyi işiten ve bilen Allah'a sığınır, Rahman, Rahim olan adıyla ve O'nun yardımıyla programımıza başlarım... Salât ve selam Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a.) ve tertemiz Âl'ine olsun. Allahümme salli ala Muhammedin ve Âl-i Muhammedin ve accil feracehum.

 

Programa başlarken bir nükteye işaret etmek istiyorum. Kevser Havuzu'na ilişkin bu araştırmamız yüzeysel ve söz gelip çattığından dolayı yapılan bir araştırmadır. Yoksa Sekaleyn hadisiyle ilgili incelemelerimiz arasında “havuz, Kevser Havuzu, Kevser Nehri, kimlerin bu havuzdan içeceği, kimlerin engelleneceği” gibi konular bulunmamaktadır.

 

Ancak hadisin ‘havuz başında bana varıncaya kadar o ikisi asla birbirlerinden ayrılmayacaklardır' bölümü münasebetiyle bu meseleyi ele aldık. İnşallah bu akşam Kevser Havuzu konusunu bitirince esas konumuza, yani Sekaleyn Hadisinin içeriğine döneceğiz. Yani bu hadisin anlaşılması noktasında terettüp eden sonuçları ve asılları inceleyeceğiz.

 

İşaret ettiğimiz Kevser Havuzu'nun başına gelip de kendilerinin tertemiz kılacak bu sudan içmekten engellenmelerine yol açan unsurların en önemlilerinden biri söz konusu kişilerin dinde bidat ihdas etmeleridir. Kevser'den engellenenler muhdis (bidat ihdas eden) kişilerdir. Dinde bidat ihdas edenler tövbe etmeksizin bu âlemden Haşr-i Ekber'e intikal ettiklerinde söz konusu akıbet kendilerini beklemektedir. Eğer tövbe edecek olurlarsa -ki her fiilin tövbesi kendincedir- ne ala. Yani dinde bidat ihdas ettikten sonra, bu bidatin meydana getirdiği tahribatı ortadan kaldırmaksızın ve ıslah etmeksizin Rabbine tövbe etmesi tövbenin şartlarına yaraşır bir davranış değildir.

 

Dikkat ediniz… Bizler ‘tövbe ediyor veya tövbe etti' dediğimizde bundan, ‘dinde ihdas ettiği bidat ümmet arasında olduğu gibi kalmasına rağmen kişinin bu bidatinden Rabbine tövbe etmesini' anlamıyoruz. Zira bunun pek bir yararı yoktur. Her eylemin tövbesi kendine göredir...

 

- Tövbenin şartları vardır.

 

- Elbette… İnsan gazaplandığında veya bir kimsenin malını çaldığında ya da bir kimsenin ırzına karşı taşkınlıkta bulununca sadece Rabbine tövbe etmesi yeterli gelmez. İnsanların maddi ve manevi haklarına yönelik meydana getirdiği tahribatı ıslah etmelidir. Bu konu tövbeyle ilintilidir, şimdilik bu konuya girmek istemiyorum.

 

‘Kim din sahasında bir bidat ihdas eder ve bu günahından da tövbe etmez ise' sözümüzden ‘din sahasında meydana getirmiş olduğu bu bidatin önünde durmazsa' anlamını kastediyoruz. Bir bidat ihdas edip daha sonra bu bidatin önünde durur ve onu ortadan kaldırırsa ne ala.

 

- Hatayı düzeltirse…

 

- Evet… Azizlerim, bu bidatin kötü etkileri devam ederse, bu bidati yüklenen kimse sonuçlarına katlanır.

 

- Yani günahı kendi boynunadır.

 

- Kim güzel bir yol ortaya koyarsa ecri ve bu güzel yolla amel edenlerin ecri ortaya koyanadır. Kim de çirkin bir yol ortaya koyarsa o kötü yolun ve bunu işleyenlerin günahı o yolu ortaya koyanadır. Bu günah o şahıs gereği şekilde Rabbine tövbe edinceye kadar onun üzerinedir. Zira bidat henüz ümmet arasında etkindir ve yürürlüktedir.

 

Bizler insanın Kevser Havuzu'ndan su içmekten engellenmesine yol açan en önemli etmenlerden birinin dinde bidat ihdas etmek olduğunu vurgulamıştık. Bu görüşü sadece bizler dillendirmiyoruz. Bu husus Müslüman âlimlerin ortak kabulüdür. Önceki programda bu hususa değinmiştik.

 

Mealî eş-Şeyh Salih İbn Abdülaziz'in Şerhü Lumati'l-İtikad adlı eserine bir bakınız. Lumatü'l-İtikad İbn Kudame el-Makdisi'nin (h. 620) eseridir. Meali eş-Şeyh şöyle der: Peygamber Efendimizin havuzunun bazı özellikleri bulunmaktadır. Havuzun başına gelen kişilerin diğer havuz/lar/ın başına gelen kişilerden daha fazla oluşu havuzunun özelliklerindendir. İnsanların bir bölümü havuzun başına gelirken bir bölümü havuzdan engellenecektir. Suyu sütten daha beyaz, baldan daha tatlıdır. Kapları gökteki yıldızların sayısı adedincedir. Uzunluğu ve genişliği bir aylık mesafe kadardır. Dinde bidat ihdas etmeyenler bu sudan yararlanacaklardır.[1]

 

Pasajda geçen bir aylık mesafe havuzun büyüklüğüne işaret etmektedir. Bir diğer husus da ‘dinde bidat ihdas etme' hususudur. Söz konusu kişinin kıyamet gününde kurtulması olası değildir.

 

Devamında şöyle demektedir: Gelenler içinde Hz. Resulullah'ın (s.a.a.) havuzundan engellenenler de olacaktır. Hz. Resulullah (s.a.a.) ‘Ashabım ashabım' diyecek -bir rivayete göre ümmetim ümmetim, olarak geçmektedir-, O'na ‘Senden sonra onların neler ihdas ettiklerini bilmiyorsun' denilecektir. Bundan dolayıdır ki ilim ehlinden bir grup ‘Hz. Peygamber'in (s.a.a.) havuzuna varamama ve ondan engellenmenin nedenlerinden biri bidatlerdir', demiştir. Kim ki din sahasında bidat ihdas eder veya bidat ihdas eden kimseyi barındırırsa Peygamber Efendimizin (s.a.a.) havuzundan su içmekten engellenir.[2]

 

Evet, ashabın bir bölümü havuzun başına gelecek ve engelleneceklerdir. Bidat sahibi bir kimseyi barındırmak ayrı bir konudur.

 

Önceki programda bu konuyu açık ve net bir şekilde ele aldık.

 

Kitapta veya Sünnette sabit bir aslı bulunan herhangi bir konuyu engellemek bidattir. Yani ya Kitaptaki bir aslı veya Sünnetteki bir aslı engellemek veya Kitab ve Sünnette sabit olan bir şeyin aksine yeni bir şey ortaya koymak…

 

- Yani nassa karşı içtihat etmek…

 

- Hayır, bu içtihat değildir. Bu bidat ihdas etmektir. Zira içtihat alan olduğunda gerçekleşir. Ancak konu hakkında Kitaptan ve Sünnetten bir beyan varsa durum farklıdır. Öyleyse Şarî'nin yasakladığı şey yapılır veya emrettiği şey engellenirse, bu bidattir.  İşte dinde bidat dediğimiz şey budur. Allah-u Teâlâ'nın Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah'tan korkun' (59/el-Haşr/7) buyruğunun açık ifadesi de bunu göstermektedir. Yasaklanan bir şeyi yerine getirmek veya emretmek bidattir.

 

Şimdilik bidat konusuna girmek istemiyorum. Ele almak istediğim konu engellenmeleri dolayısıyla bidat ihdas eden kimselerin varlığıdır. Bidatin ve ihdas edilen şeylerin hakikati, sınırları ayrı bir konuyu ve ayrı bir incelemeyi gerektirmektedir. Şimdilik sadece dinde bidat ihdas edip havuzun başına gelip su içmekten engellenen kimseleri konu edinmek istiyorum. Esas konumuz; böyle kişilerin var olup olmadığıdır.

 

- Nasslara geçelim. Sahabenin bir bölümünün dinde bidat ihdas ettiklerini ortaya koyan Resulullah'tan (s.a.a.) aktarılan rivayetler bulunmakta mıdır? Yani havuzdan su içmekten engellenenler arasında dinde bidat ihdas eden sahabe/ler var mıdır?

 

- Engellenen bulunmaktadır. Çünkü kaziyye (hüküm) denildiği gibi tümel ve genel bir kuraldır. Yani bazı sahabeler bidat ihdas etmişlerdir. Bunları tanıyabilmemiz ve kim olduklarını öğrenebilmemiz için bu konuyu ele almamız gerekmektedir.

 

- Ta ki yönelişlerini tanıyabilelim.

 

- Allah hayrınızı versin. Bu konu hayati bir öneme sahiptir. Genel ilkeler üzerinde değil de bazı misdaklar ve olaylar üzerinde durmamız gerekiyor.

 

- Hakikatin bütün çıplaklığıyla açığa çıkması için…

 

- Elbette… Bu programın amacı bir kişiyi küçük düşürmek ve rencide etmek değildir. Bizler tarihi konuları Ehl-i Sünnet âlimlerinin en önemli kaynaklarından okuyoruz.

 

Konuyu detaylı bir şekilde ele almak istemiyorum. Belirttiğim gibi bu konuyu söz dönüp dolaşıp buraya vardığından dolayı ele almak zorunda kaldık. Yoksa esas konumuz bu değildir. Vaktimiz el verirse dört örneğe işaret etmek istiyorum.

 

İşaret edeceğimiz ilk örnek Ehl-i Sünnet kardeşlerimizin sahabeden saydıkları Muaviye b. Ebu Süfyan hakkındadır.

 

- Bazıları ondan razıdırlar.

 

- Ümeyyeoğullarının lideri Muaviye b. Ebu Süfyan muteber kaynaklar gereğince acaba dinde bidat ihdas etmiş midir? Dinde bidat ihdas etmek ifadesi bize değil onlara aittir.

 

Konuyu değerlendirmeyi kıymetli okuyuculara bırakıyorum. Azizlerim,  İbn Ebu Şeybe (h. 235) el-Musannef adlı eserinde şöyle der: Bize Veki', Hişam'dan, o Katade'den, o da İbnü'l-Müseyyeb'den rivayet ettiğine göre o şöyle demektedir: Bayram namazına ezan koyma bidatini ilk ihdas eden kimse Muaviye b. Ebu Süfyan'dır.[3]

 

Şöyle denilebilir: Seyyidim okumuş olduğunuz bu nassın sahih bir isnada sahip olduğunu ve muteber olduğunu kim söylüyor? İbn Hacer söylüyor. Onun Fethü'l-Bari adlı eserinde şöyle geçiyor: Bayram namazında ilk ezan ihdas edenin kim olduğu konusunda ihtilafa düşülmüştür. İbn Ebu Şeybe, Said İbn el-Müseyyeb'den sahih bir isnatla ilk ezan ihdas edenin Muaviye olduğunu rivayet etmektedir.[4] Öyleyse sahih bir nassın ışığında bayram namazı için ezan bidatini ihdas eden, onların ifadesiyle sahabe olarak bilinen birisidir. Bir bidat sahibidir. Dinde bidat ihdas etmiştir ve her bidat de dalalettir, her dalalet de ateştedir.

 

Bu hususu çağdaş bilginlerden Allame Albanî de desteklemektedir. O, Muhtasaru Sahihi İmam el-Buharî adlı eserinde şöyle der: Bayram namazına ezan bidatini ilk koyanın kim olduğu hususunda ihtilafa düşülmüştür. Muaviye olduğu söylenmiştir. Bunu yaptığına dair sahih bir rivayet bulunmaktadır… Bu bidati ilk ihdas edenin Abdullah İbn ez-Zübeyr olduğu da söylenmiştir. Ben derim ki İbn ez-Zübeyr hakkında aktarılan bu rivayet sahih ise buna göre Hicaz bölgesinde bu bidati ilk ihdas eden Abdullah İbn ez-Zübeyr, Şam bölgesinde ise Muaviye olmuş olur. Allah en iyisini bilir. Eğer Sünnet sabit olmuşsa Sünnete muhalefet eden kimse sahabe dahi olsa taklit edilemez.[5] İbn ez-Zübeyr de sahabedendir. Yani mantık ilmi gereğince iki rivayet arasında herhangi bir zıtlık yoktur, demeye çalışıyor. Bir diğer ifadeyle Muaviye'nin bu bidati ihdas ettiği kesinse ve başka bir rivayet de bunu Abdullah İbn ez-Zübeyr'in gerçekleştirdiğini söylüyorsa, bunların birbirleriyle çelişmeyecek bir şekilde cem edilmesi mümkün ise iki rivayet cem edilir.

 

- Mantıki bir açıklama

 

- Evet. ‘Eğer Sünnet sabit olmuşsa Sünnete muhalefet eden kimse sahabe dahi olsa taklit edilemez. İşte Muaviye İbn ez-Zübeyr…'[6] Garip, üzücü ve şaşılacak olan nokta şurasıdır ki Allame Albani ikisi hakkında ‘radiyallahu anhuma' ifadesini kullanıyor. Bizler bu mantığı anlayamıyoruz. Dinde bidat ihdas eden, bidat sahibi olan bir şahıs hakkında böyle bir ifadeyi nasıl kullanabiliriz?

 

Devamında şöyle diyor: İşte Muaviye ve İbn Zübeyr, Hz. Resulullah (s.a.a.) döneminde olmayan ezan bidatini ihdas etmişlerdir.[7] Öyleyse Allame Albanî'nin açıklamaları ışığında Muaviye ve İbn Zübeyr'in dinde bidat ihdas ettiklerini anlayabiliyoruz.

 

Azizlerim, işte sıkıntımız bu tutum ve davranışla ilgilidir. Bir taraftan onların dinde bidat ihdas ettiklerini kabul edeceksiniz, diğer taraftan da hepsinin cennete giren adil kimseler olduğunu söyleyeceksiniz.

 

Azizlerim, dinde bidatin muhdes olduğu, her muhdesin de bidat olduğu, her bidatin sapıklık olduğu, her sapıklığın ateşte olduğu sabit olduğuna göre bütün ashab nasıl cennetlik ve adil olur? Bunu diğeriyle nasıl cem etmektesiniz?

 

- Birbiriyle çelişen iki şey…

 

- İkinci örnek… Bu da son derece önemlidir. Sahihü'l-Buharî'de geçmektedir. Sizler, bizim Ehl-i Sünnet'in en önemli hadis kaynaklarına dayandığımızı görmektesiniz.

 

Rivayet şöyledir: Ala İbn el-Müseyyeb'den, o da babasından şöyle rivayet etmektedir. Ben, Bera İbn Azib ile karşılaştım ve kendisine şöyle dedim: Müjdeler olsun sana! Hz. Peygamber (s.a.a.) ile sohbette bulundun. Rıdvan Biatinde de bulundun.

 

O da ‘Ey kardeşimin oğlu, sen sonradan neler ihdas ettiğimizi bilmiyorsun?' dedi.[8]

 

Bera İbn Azib, sıradan bir sahabe değildir. O sahabenin seçkinlerindendir. Allah-u Teâlâ'nın Andolsun ki ağacın altında sana bey'at ederlerken Allah mümin­lerden razı olmuştur. Kalplerinde olanı bilip de üzerlerine hu­zur ve sükûn indirmiş ve onları yakın bir fetih İle mükâfatlandırmıştır.' (46/el-Fetih/12) buyruğuyla kendilerinden bahsettiği kimselerdendir. Allah aşkına bundan daha üstün bir madalya var mıdır? Televizyon kanallarında ve internet sitelerinde sıkça karşılaştığımız bir durumdur. Allah Resulüyle sohbette bulunan, Rıdvan Biatinde yerini alan bir sahabe… Öyleyse cennet ehlindendir. Bu anlayış ve atmosfer demek ki o dönemde de bazılarında varmış.

 

Bera, el-Müseyyeb'e bir ölçüt vermektedir. Bu ölçüte göre sahabe olmak ve Rıdvan Biatinde bulunmak yeterli değildir. Resulullah ile yapılan ahde ve biate bağlı kalmak gerekmektedir. Kişi ahde bağlı kalırsa semeresini alır, biati bozacak olursa semeresini alamaz.

 

- Bidat ihdas etmek biati bozmak kapsamına girmektedir.

 

- Elbette, Allah hayrınızı versin. Verdiği cevap aynen bunu gösteriyor.

 

Bizler geçen hafta Mutarahatün fi'l-Akide adlı programda Fetih Suresinin bazı ayetlerini inceledik. Bizler bu surenin Andolsun ki ağacın altında sana beyat ederlerken Allah mümin­lerden razı olmuştur. Kalplerinde olanı bilip de üzerlerine hu­zur ve sükûn indirmiş ve onları yakın bir fetih ile mükâfatlandırmıştır' (48/el-Fetih/18) buyuran 18. ayetini okuduk. Muhakkak ki sana biat edenler ancak Allah'a biat etmektedirler. Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah ile olan ahdine vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir' (48/el-Fetih/10) ayetine gelince, bu Allah-u Teâlâ'ya biat eden herkese Allah'ın büyük bir ecir vereceği anlamına gelmemektedir. Büyük ecir alacak olanlar biatleri üzere kalanlardır. Bir bölümü ise beklemektedir. Önemli olan ahdi değiştirmemektir.

 

Üçüncü örnek... Azizlerin bana tahammül etmelerini istiyorum. Konu son derece önemlidir.

 

Önceki programlarda Müslüman âlimlerin Ömer'in temettü haccı konusunda bidat ihdas ettiği noktasında ittifak ettiğini okumuştuk. Nass aynen bu ifadeleri söylüyor. Nass onun fiilinin bidat olduğunu ve dinde bilerek ve kasıtlı olarak bidat ihdas ettiğini söylüyor. İnsan cahil veya gafil olabilir. Hatta insan bildiği halde unutabilir. Ancak Ömer'in fiilinde durum bütünüyle ayrıdır. O şöyle diyor: Ben Resulullah'ın fiilinin şöyle olduğunu biliyorum. Ancak ben o şekilde değil de şöyle yapıyorum.

 

Konuyla ilgili rivayetler nerede geçiyor?

 

Rivayetler çoktur. Ancak ben bir veya iki rivayete işaret edeceğim.

 

İlk rivayet şöyledir: Ebû Musa'dan naklen rivayet edildiğine göre Ebu Musa el-Eşarî, muta (hac mutası, temettü haccı) yapılması için fetva verirmiş. Bir adam, ona “Bu fetvanda biraz ağır ol! Çünkü sen, Emîrü'l-Mü'minin'in hac fiilleri hakkında ne ihdas ettiğini henüz bilmiyorsun”, demiş. Sonra Ebu Musa, Ömer'e tesadüf edince meseleyi ona sormuş. Ömer; “Biliyorum ki, Hz. Peygamber ile ashabı bu­nu yapmıştır. Lakin halkın Erak denilen yerde kadınlarla cima ederek, sonra başlarından su damlar bir halde hacca gitmeye devam etmelerini iyi görmedim”, demiş.[9]

 

Rivayetten Ebu Musa el-Eşari'nin ikinci halife döneminde fetva verdiği ve Ömer'in ihdas ettiği şeyin bilincinde olduğu anlaşılmaktadır. Hz. Resulullah'ın sünneti ile Ömer'in eylemi birbiriyle uyuşmamaktadır. O'nun (s.a.a.) sünnetinin kavlî, fiilî ve takrirî olmak üzere genel bir anlamı ifade ettiğini biliyoruz.

 

Ayrıca rivayetten anlaşılan Ebu Bekir döneminde de bu davranış devam etmekteymiş. Hatta kendi hilafetinin bir bölümünde de bu sünnet yürürlükteymiş. Ebu Musa'ya verdiği cevapta şöyle bir anlam da var. Allah'ın Resulü bunu yapmıştır. Kur'an bize Resulullah'a uymayı emretmiştir. Ancak ben bu tutumu hoş görmüyorum. Hitabımı, Allah Resulü'nün sünnetini terk edip bu bidati işleyen herkese yöneltiyorum. ‘Peygamber size ne verdiyse…', ‘O heva ve hevesinden konuşmaz. Onun konuşması ancak vahiydir' buyruklarına rağmen bunlar ikinci halifenin bidatine göre haclarını yapmaktadırlar.

 

Konu son derece önemlidir. Bu asıl noktaya dikkat etmenizi istirham ediyorum. Bundan dolayıdır ki Allame Albanî şöyle demektedir: Bu konuyu ilmî olarak incelememiz gerekmektedir. Ömer İbn el-Hattab temettu haccını yasaklamıştır. Ancak Hz. Resulullah (s.a.a.) temettu haccını emretmiştir. Acaba Ömer İbn el-Hattab'ı seven, tüm meselelerde Ömerî olabilen bir Müslümanın olması mümkün müdür? Ya bu olanaksızdır veya diğeri? Çünkü bir Müslüman öyle meselelerle karşılaşacaktır ki Ömer o mesele hakkında bir görüşe sahiptir, o mesele özelinde doğru olan Ömer'in görüşünün aksidir ve Hz. Resulullah (s.a.a.) da onun görüşünün aksini emretmektedir.[10]

 

Pasajdan anlaşıldığına göre bir kişinin Ömerî olması, bazı konularda Resulullah'a muhalif olmasını gerektirmektedir. Bütün konularda Ömerî olan kimse bütünüyle Muhammedî olamaz, bütünüyle Kur'an'a tabi olamaz. İşte imamınız budur. Evet, öyle meseleler vardır ki doğru görüş Ömer'in görüşünün tam karşıtıdır. Bu durumda Ömer'e tabi olan kişi Resulullah'ın sünnetinin karşısındaki bidate tabi olacaktır.

 

Biz Ehl-i Beyt Okuluna bağlı Müslümanların sahabe konusundaki ayırt edici farkı işte budur. Bizler sahabeden aktarıldığı kesin olan bazı şeylerin Kitab'a ve Hz. Resulullah'ın (s.a.a.) Sünnetine uygun, bir bölümünün ise Kitab'a ve Hz. Resulullah'ın (s.a.a.) Sünnetine aykırı olduğunu kabul etmekteyiz. Kitab'a ve Hz. Resulullah'ın (s.a.a.) Sünnetine aykırı olanları kabul etmez, duvara çarparız, hatta bidat olduğunu söyleriz. Onların saygınlıklarını korumak için Kitab'ı ve Hz. Resulullah'ın Sünnetini feda etmeyiz.

 

Açık ve net olarak söylüyorum. Hz. Ali (a.s.) -ki Ehli Sünnet'e göre bir sahabedir, Ehl-i Beyt Mektebi'ne göre ise masum bir imamdır- bir defa dahi olsun ‘Resulullah (s.a.a.) şöyle buyurdu, ancak ben bunu hoş görmedim' diyecek olsaydı biz ona da aynı muameleyi yapardık.

 

- Asıl olan budur.

 

- Asıl olan Kitab'ın ve Hz. Resulün Sünnetinin temel kaynak oluşudur.

 

Bir kimse şöyle diyebilir: Seyyidim, daha öncesinde de bu konuya değinmiştiniz. Şimdi tekrar değinmenizin nedeni nedir?

 

El-cevap; ilk olarak; havuzun başına gelen bidat sahibi olan kimsenin ihdas ettiği şeyin kendisini su içmekten alıkoyacağını açıklamak…

 

İkinci olarak; bunun bir başka karinesi daha bulunmaktadır: mutatü'n-nisa (kadınlarla muta). Sabit ve kesindir ki ikinci halife sadece hac mutasını değil iki mutayı birlikte yasakladı. Allah biliyor ki şimdi mutatü'n-nisayı savunacak değilim. Mutatü'n-nisanın kayıtları ve şartları vardır. Fıkhi fetvalar adlı eserimde bu meseleye detaylı bir şekilde değindim. Ben sadece ikinci halifenin dinde nasıl bidatler ihdas ettiğini açıklamak istiyorum. Hac mutası konusunda ittifak vardır.  Mutatü'n-nisaya gelince ise vaktimiz elverdiği ölçüde buna değineceğiz.

 

Konuyla ilgili bazı rivayetlerden söz edeceğiz.

 

İlk rivayet Müsnedü'l-İmam Ahmed İbn Hanbel'dendir. Allame Arnavut, rivayetin isnad zincirinin Müslim'in şartlarına göre sahih olduğunu söyler. Rivayet şöyledir: Ben Cabir İbn Abdullah'a İbn Zübeyr'in muta nikâhının haramlığı görüşünde olduğunu, İbn Abbas'ın da bunu helal gördüğünü söyledim.

 

O da cevaben şöyle dedi: Hz. Resulullah (s.a.a.) ile birlikte temettu yaptık… Bu hadis, benim huzurumda deveran etti. Ömer hilafete geçince şöyle dedi: Şüphesiz Kur'an Kur'an'dır. Allah'ın Resulü de resuldür. Bu ikisi Allah Resulünün döneminde iki muta idiler. Bunlardan birisi hac mutası, diğeri ise mutatü'n-nisadır.[11]

 

İmam Ahmed İbn Hanbel'in kanalı hadisi tamamlamamaktadır. Yani hadis kesiktir. Peki, Ömer hadisin eksik olan bölümünde ne söylemiştir? Bu hususta hadiste bilgi bulunmamaktadır.

 

- Yani hadis eksiktir.

 

- Tam isabet. Görüldüğü gibi hadis Müslim'in şartına göre sahihtir.

 

Geliniz bir de Sahihu Müslim'e bakalım. Geliniz bu iki mutanın Ömer dönemine kadar varlığını sürdürüp sürdürmediğine ve yasaklamanın Ömer döneminde gerçekleşip gerçekleşmediğine bir bakalım. Zira Ehl-i Sünnet mutatü'n-nisanın Hz. Resulullah (s.a.a.) döneminde yasaklandığına inanmaktadır. 

 

Rivayet şöyledir: Bir defasında Cabir İbn Abdullah'ın yanındaydım. Biri geldi ve dedi ki, İbn Abbas ile İbn Zubeyr hac mutası ile muta nikâhı konusunda ayrılığa düştüler. Bunun üzerine Cabir şöyle dedi: “Resulullah'ın (s.a.a.) döneminde her ikisini de yaptık. Fakat sonra Ömer ikisini de yasakladı ve bir daha onları yapmadık.”[12]

 

- Öyleyse Resulullah (s.a.a.) ve birinci halife döneminde herhangi bir yasaklama bulunmamaktadır.

 

- Hz. Resulullah (s.a.a.) döneminde herhangi bir yasak bulunmamaktadır. Cabir İbn Abdullah'ın “Bize muta nikâhını Hz. Resulullah (s.a.a.) yasakladı”, deme imkânı vardı.

 

- Aynı şekilde birinci halife döneminde yasaklandı da diyebilirdi.

 

- Birinci halifenin hilafeti ve ikinci halifenin hilafetinin ilk dönemlerinde bu nikâh uygulanmaktaydı.

 

Geliniz Sahihü Müslim'in 1217 numaralı hadisine bir bakalım. Ebu Nadra şöyle demiş: Ben, bunu Cabir İbn Abdullah'a anlattım da Cabir “Bu hadis, benim huzurumda deveran etti. Biz, Hz. Resûlullah (s.a.a.) ile birlikte muta yaptık. Ömer hilafete geçince ‘Şüphesiz ki Allah, Resulüne dileğini helal kılar ve şüphesiz ki Kur'an yerli yerince nazil olmuştur. Siz, Allah için hacc ve umreyi Allah'ın emrettiği şekilde tamamlayın! Bu kadınlarla muta yapmayı kesin. Şayet bana bir müddet için bir kadını nikâhlayan bir adam getirirlerse, onu mut­laka taşlarla recm ederim!'”, dedi.[13]

 

Demek ki kendisi tarafından yasaklanıncaya kadar muta nikâhı onun döneminde de uygulanıyormuş.

 

- Neden yasaklamış?

 

- Niçin yasakladığını bilemiyorum. Bunun Hz. Resulullah'ın sünneti olduğunu söyleyenler cevabını versinler.

 

Bundan dolayı olsa gerektir ki Müsnedü'l-İmam Ahmed İbn Hanbel'in başka bir yerinde bu anlama açıkça değinilir: Rivayet şöyledir. Cabir'den rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: Resulullah (s.a.a.) döneminde iki muta bulunmaktaydı. Ömer bu iki nikâhı bize nehyetti. Biz de bunun üzerine vazgeçtik. Bu hadisin isnadı Müslim'in şartına göre sahihtir.[14]

 

Soru; İbn Teymiyye bu anlamı kabul ediyor mu?

 

İbn Teymiyye'nin ve Muhammed İbn Abdülvehhab'ın bağlılarına, hakikati talep edenlere sesleniyorum. Bakınız o ne diyor: Ömer'in nehyi sabit olmuştur.[15] Yani Ebu Bekir ve Hz. Resulullah (s.a.a.) muta nikâhını yasaklamamıştır.

 

- En azından Ebu Bekir'in sünnetine tabi olunuz.

 

- Devamında şöyle demektedir: Ömer, Osman, Muaviye, İbn Zübeyr ve diğer sahabelerin muta nikâhını yasaklamaları ve hoş görmeyişleri sabittir. Said İbn el-Müseyyeb'den de aktarıldığına göre Ömer İbn el-Hattab hac mutasını ve muta nikâhını yasaklamıştır. Ebu Kılabe'den aktarıldığına göre ise Ömer şöyle demiştir: İki muta var ki, bunlar Peygamber zamanında serbestti. Fakat ben bunları yasaklıyorum ve yapanları cezalandırırım. Bunlar muta-i hac ve muta-i nisadır.[16]

 

Eğer bu fiili Ali (a.s.) yapmış olsaydı bidat sahibi olmakla itham edilir miydi, edilmez miydi? Peki, aynı fiil ikinci halife veya Muaviye, Ebu Bekir, Osman gibi bazı sahabelerden sadır olduğunda bu kişilerin hürmetini korumak adına Kur'an nassını ve Hz. Resulullah'ın (s.a.a.) sünnetini niçin feda ediyorsunuz?

 

Ben size muta nikâhını savunmayacağımı, konumuzun bu olmadığını söylemiştim.  Muta nikâhı fıkhi bir konudur. Ancak nasslar önünüzdedir. Geriye bize söyleyebileceğiniz tek bir açıklama kalmaktadır. Size bir kaynak gösterecek ve bu kaynaktan birkaç cümle okuyacağım.

 

İbn Kayyım el-Cevziyye, Zadü'l-Mead adlı eserinde şöyle der: Bu grup, mutanın Fetih yılında haram kılınışına dair Sübre İbn Mabed'den rivayet edilen hadisi sahih kabul etmemiştir. Zira hadisi, Abdülmelik İbn er-Rebi' İbn Sübre, babası aracılığıyla dedesinden rivayet etmiş olup İbn Main onun hakkında olumsuz şeyler söylemiş, Buharî de kendisine olan ihtiyaca ve İslam'ın asılla­rından bir asıl oluşuna rağmen Sahih'ine (Sübre) hadisini almayı uygun gör­memiştir… Şayet Sübre hadisi sa­hih olsaydı, (bu durum) İbn Mesud'a gizli kalmaz ve kendilerinin muta yap­tıklarını rivayet edip ayeti delil göstermezdi. Hem şayet sahih olsaydı, Ömer: ‘O, Resulullah (s.a.a.) zamanındaydı; ben onu yasaklıyorum ve ona (muta nikâhı yapmaya) ceza veriyorum' demez aksine; ‘Hz. Peygamber (s.a.a.) onu haram kılmış ve yasaklamıştır' derdi. Diyorlar ki: Sahih olsaydı, hakikaten peygamberlik hilâfeti dönemi olan (Ebu Bekir) es-Sıddık döneminde ya­pılmazdı.[17]

 

Yani söz konusu şahıs (ravi Sübre İbn Mabed) cerh ve tadil bilginleri tarafından mecruh görülmüştür. Pasajdan anlaşılan diğer bir nokta da şudur: Resulullah (s.a.a.) muta nikâhını yasaklamışsa İbn Mesud neden yasaklamamıştır?

 

Pasaj her iki mutayı da kendisinin yasakladığına dair Ömer'in ikrarını ortaya koymaktadır. Ömer rivayete ihtiyaç duyduğu halde yasağı kendisine nispet etmektedir. Öyleyse muta nikâhının yasaklanması ile ilgili hadis ne senet, ne içerik, ne de metin açısından sabittir.

 

İnşallah bir sonraki programda Hz. Ali (a.s.) ile Muaviye arasında gerçekleşen Sıffın ve yine Hz. Ali İbn Ebu Talib (a.s.) ile Peygamber'in (s.a.a) hanımı Ümmü'l-Müminin Aişe ve sahabeden Zübeyr arasında gerçekleşen Cemel savaşlarına değineceğiz.

 

- Ayetullah Seyyid Kemal Haydari Bey'e teşekkürlerimizi sunuyoruz. Sizlere de programa olan katkılarınızdan dolayı teşekkür ediyor, Allah'a emanet ediyoruz. Es-selamu aleykum ve rahmetullahi ve berekatuhu. 

    

 



[1] Mealî eş-Şeyh Salih İbn Abdülaziz İbn Muhammed Âli'ş-Şeyh, Şerhü Lumati'l-İtikad el-Hadi ila Sebili'r-Reşad, s. 131, Mektebet-ü Dari'l-Minhac.

[2] Age, agy.

[3]İmam Ebubekr Abdullah İbn Muhammed İbn Ebî Şeybe el-Absî el-Kufî, el-Musannef, c. 4, s. 204, Hadis No: 5712 Tahkik Muhammed Avvame.

[4] İbn Hacer el-Askalani, Fethü'l-Barî bi Şerh-i Sahihi'l-Buharî, Tahkik ve talik Abdülaziz İbn Abdullah İbn el-Baz ve Abdurrahman İbn Nasır el-Berrak, c. 3, s. 279, Dar-ü Tayyibe.

[5] Muhammed Nasırüddin Albanî, Muhtasaru Sahihi İmam el-Buharî, c. 1, s. 295, eş-Şeriyyetü'l-Vahide basımı, Mektebetü'l-Mearif, 1422.

[6] Age, agy.

[7] Age, agy.

[8] Sahihü'l-Buharî, c. 3, s. 347, Kitabü'l-Meğazî, 35. Bab, Hudeybiye Babı, Tahkik Şuayb el-Arnavut.

[9]Sahihü Müslim, c. 2, s. 394, Hadis No: 1222, 22. Bab.  

[10] Fetava'ş-Şeyh el-Allame Muhammed Nasırüddin Albanî fi'l-Medineti ve'l-İmarat, s. 127, Derleyen Ömer Abdülmünim Selim, Darü'l-Fevaid.

[11] Müsnedü'l-İmam Ahmed İbn Hanbel, c. 1, s. 437, Hadis No: 369, Tahkik Allame Şuayb el-Arnavut.

[12] Sahihü Müslim, c. 2, s. 545, Kitabü'n-Nikâh, Muta Nikâhı babı.

[13] Age, c. 2, s. 382, Kitabü'l-Hacc, Hacc ile Umrede Muta Yapmak babı, Hadis No: 1217

[14] Müsnedü'l-İmam Ahmed İbn Hanbel, c. 22, s. 365.

[15] Şeyhü'l-İslam İbn Teymiyye, Şerhü'l-Umde fi Beyani Menasiki'l-Hacci ve'l-Umreti, Dirase ve Tahkik Üstad Doktor Salih İbn Muhammed el-Hasan, Mektebetü Dari'l-Minhac, 1. Basım, 1433.

[16] Age, agy.

[17] İbn Kayyım el-Cevziyye, Zadü'l-Mead fi Hedyi Hayri'l-İbad, c.3, s.406, Müessesetü'r-Risale.

 

 

 

Çev: Cevher Caduk

 

 

www.medyasafak.net