Ayetullah Kemal Haydari'den Sekaleyn Hadisi dersleri (55)

Ayetullah Kemal Haydari'den Sekaleyn Hadisi dersleri (55)
Çünkü o “Bu hadis bize Ehl-i Beyt sevgisini, Ehl-i Beyt’i ululamayı, onların Hz. Resulullah’ın (s.a.a.) oğulları olmaları münasebetiyle konumlarını gözetmeyi anlatmak istiyor” demiyor. O, bu hadis “temessük”ü (tutunmayı) emrediyor, diyor. Kimileri hadisin anlatmak istediği Ehl-i Beyt’e sevgi duymaktır, demek suretiyle hadisin içini boşaltmaya çalışmaktadır, oysa hadisin kendisinde “ma in ehaztum/aldığınız, sarıldığınız müddetçe” ifadeleri geçmektedir.

 

- Rahman Rahim Allah'ın Adıyla ve O'nun yardımıyla. Salât ve selam Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a.), tertemiz Âl'ine olsun.

 

Değerli izleyicilerimiz es-selamu aleykum ve rahmetullahi ve berekâtuhu. Bu programımızla geçen haftalarda işlenen konuları tamamlıyoruz. Ayetullah Seyyid Kemal Haydari Bey'e hoş geldiniz diyoruz. Seyyidim geçen programda Sekaleyn hadisinin üçüncü bölümünü tamamladığınızı belirttiniz. Araştırmamızın dördüncü bölümüyle ilgili olarak değinileriniz nelerdir?

 

- Kovulmuş şeytandan her şeyi işiten ve bilen Allah'a sığınır, Rahman ve Rahim olan Adıyla ve O'nun yardımıyla programımıza başlarım. Salât ve selam Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a.) ve tertemiz Âl'ine olsun. Allahumme salli ala Muhammedin ve Âl-i Muhammedin ve accil feracehum.

 

Bu programa başlarken araştırmamızın dört bölümden oluşacağını belirtmiştik. Allah-u Teâlâ'ya hamdüsenalar olsun ki -her ne kadar araştırmamız uzamış gibi görünse de- hadisin içeriğine ve fıkhına girdiğimizde ilk üç bölümü neden detaylı bir şekilde incelediğimiz anlaşılacaktır kanaatindeyim.

 

İlk merhalede, hadisin senedi hakkında detaylı açıklamalarda bulunduk.

 

İkinci merhaledeyse, Sekaleyn hadisinin metinlerini detaylı bir şekilde inceledik. Sekaleyn hadisinin metinlerinin tek mi yoksa birden çok mu olduğuna baktık. Hadisin bazı nakillerinin kısa, bazılarının orta ve bir kısmının da uzun ve detaylı olduğunu gördük.

 

Üçüncü merhale Sekaleyn hadisi konusunun ana eksenini oluşturan bir noktaydı. Sekaleyn hadisinde geçen “İtretim olan Ehl-i Beyt'im” ifadesini Hz. Resul-u Azam (s.a.a.) kimler hakkında kullanmıştır? Ya da “İtret”ten kasıt kimlerdir? Üçüncü merhalede de “İtret” ve “Ehl-i Beyt”in kimler olduğunu öğrendik.

 

İnşallah bu programla dördüncü kısma giriş yapacağız, yani Sekaleyn hadisinin içeriği, delaleti ve fıkhını incelemeye başlayacağız. Kur'an-ı Kerim'in (s.a.a.) hakkında “O, arzusuna göre konuşmaz. O (bildirdikleri) vahiyden başka bir şey değildir” (53/en-Necm/3-4) buyurduğu bir kimsenin mübarek ağzından döküldüğü kesin olan bu sözlerin delaleti nedir? Bu hadisin Hz. Resulullah'ın (s.a.a.) sözü oluşunda İslam âlimleri ittifak halindedir.

 

Gerçi bazıları O'nun (s.a.a.) “İtret'im” yerine “Sünnet'im” dediğini ileri sürmüşse de hiç kimse Hz. Resulullah'ın (s.a.a.) Sekaleyn hadisinin doğruluğu hakkında farklı bir görüş ortaya koymuş değildir.

 

Azizlerim, Sekaleyn hadisi adlı araştırmamızın dördüncü bölümünde hadisin esas kısımlarını ele alacak, sonra da kısa ve hızlı bir şekilde bunları incelemeye çalışacağım. İnşallah sonraki programlarda bu bölümleri ele almaya başlayacağız.

 

Azizlerim, Sekaleyn hadisinin ilk bölümü “Sanki (ben Rabbimin huzuruna) davet edileceğim ve O'na icabet edeceğim” şeklindedir. Dolayısıyla hadisin bu bölümünün Hz. Resulullah'ın (s.a.a.) ömrünün son dönemlerinde söylendiği açıktır. Bu hadis bundan önce de varid olmuş olmakla birlikte Hz. Resulullah (s.a.a.) ömrünü bu hadisi söylemekle sonlandırıyor gibidir. İlerde de belli olacağı gibi Hz. Resulullah (s.a.a.) Sekaleyn hadisini Gadir-i Hum'da söylemiştir. İnşallah buna ilerde işaret edeceğiz.

 

Öyleyse konu Hz. Peygamber'in (s.a.a.) hayatının dönemleriyle ilintilidir.

 

İkinci bölüm, Hz. Resul-u Azam'ın (s.a.a.) Sekaleyn hadisini kendi hayatıyla sınırlı olarak söylemediğiyle ilgilidir. O bu hadisi hayatından sonrası için söylemiştir. Peygamber (s.a.a.) davetin geleceğiyle ilgili bir hat ortaya koyuyor. Hayattayken sapmaya karşı güven ortamını kendisi sağlıyordu, Sekaleyn hadisinde ise rıhletinden sonrasıyla ilgili olarak konuşuyor.  Hayatın, tarihin mantığı bunu gerektiriyor. İlerde fitneler gerçekleşecektir. Bu davetin kazanımlarını çalmaya çalışacak olanlar çıkacaktır. İnkılâbın kazanımlarına dadanmak isteyenler olacaktır. Nitekim şu anda da gördüğümüz üzere Arap dünyasında gerçekleşen inkılâpların kazanımları başkaları tarafından devşirilmektedir. Tabiatıyla ilahi inkılâplar da aynı sorunlarla karşı karşıyadır. Bu imtihan ilahi bir sünnettir.

 

Hadisin “Sizin aranızda… bırakıyorum” bölümünün davetin, dünyevi hayatından sonraki geleceğine ilişkin olduğu açıktır.

 

Değerli izleyiciler “Size … bırakıyorum” şeklinde iki naklin bulunduğunu ve bu iki ifadenin de sahih olduğunu bilmekteler. Bunlar “Size iki ağır emanet bırakıyorum” ve “Size iki halife bırakıyorum” şeklindedir. Azizlerim iki halife ifadesi önemlidir. Çünkü “Benim sünnetime ve benden sonraki doğruya iletilmiş raşid halifelerin sünnetine tutununuz” ifadelerini içeren rivayetler çoktur. Hz. Resulullah (s.a.a.) kendisinden sonraki halifeyi tayin ediyor. Öyleyse Sekaleyn hadisi ile “Sünnetime ve raşid halifelerin sünnetine tutununuz” hadisi arasındaki bağı unutmamamız gerekmektedir.

 

- Efendim Seyyid Kemal bu hadisin manzumenin bir bölümünü oluşturduğunu dile getirmek istiyor.

 

- Tam isabet. Hz. Resulullah (s.a.a.) bu ümmet için başlamış olduğu davetin geleceğinin muhafazası için bize Sekaleyn'i bırakmıştır.

 

İkinci noktaya gelince, Sekaleyn hadisinin bu bölümüyle “Benden sonra halifeler 12 tanedir” hadisi arasındaki bağı da unutmamamız gerekiyor. Şöyle ki Hz. Resulullah (s.a.a.) bu halifelerin kim olduğunu açıklıyor ve İtret'in halife olduğunu söylüyor. “Aranızda iki halife bıraktım.” Öyleyse İtret halifedir. Halifeler de 12 tanedir dediğine göre bu halifelerin İtret'ten olması şart oluyor. Yoksa “Benden sonra halifeler 12 kişidir”  hadisiyle Ümeyyeoğullarını tefsir ediyor değildir.

 

- İki farklı merciyi bize bırakması mümkün değildir.

 

- Tam isabet. Niçin? Allah Resulü'nün kelamının bir bölümü diğer bölümünü tefsir eder. Öyleyse burada halifem sözüyle İtret'ini işaret etmesi, başka bir yerde de Yezid'in, Muaviye'nin ve Abdülmelik b. Mervan ve evladının 12 halifeden olduklarını söylemesi mümkün değildir. Çünkü Sekaleyn hadisinin açık ifadesi bunların halifeler olduğunu gösteriyor.

 

Üçüncü bölüm: “Bu iki şey hakkında bana nasıl uyacağınıza dikkat ediniz” kısmı da çok ilginçtir. Hz. Resulullah (s.a.a.) diyor ki ben inşallah yakında melekût âleminin yücelerinde olacağım, İtret'e ve Kur'an'a nasıl davranacağınıza dikkat edin. Öte yandan “Size iki halife atadım” sözüyle önceki derslerde okuduğumuz Sahihü'l-Buharî'de geçen “Senden sonra irtidat ettiler, senden sonra değiştirdiler” ifadeleri arasındaki bağ da önemlidir.

 

Ayrıca bu bölümde şöyle bir nükte de bulunmaktadır. Bu hilafet O'ndan sonrasıyla alakalıdır. “Keyfe tehlufuni” ifadesi hilafetle bağlantılıdır.

 

Dördüncü bölüm; O bu iki halifeye de “Allah'ın Kitabı ve İtret'im olan Ehl-i Beyt'im” diyerek işaret etmiştir.

 

İtret'in kimliği üzerinde detaylıca durduk ve bunların Kisa hadisinde ve Mübahele ayetinde geçen kimseler olduğunu dile getirdik. Onlarca münasebette de bunlar kastedilmiştir. İtret'in kimler olduğu hususunda Resulullah'ın ısrarlı açıklamaları mevcuttur. O, ister Tathir ve Mübahele ayetleri olsun, ister Sekaleyn hadisi olsun onlarca hadise vesilesiyle İtret'in kimliğini açıklamıştır.

 

Daha sonrasında Hz. Resulullah (s.a.a.) Sekaleyn ve Halifeteyn'in (iki halife) -Kur'an ve İtret'in- rolünü açıklamaya başlıyor.

 

İlk olarak Kur'an'a verdiği vasıfları İtret'e de veriyor. “Biri diğerinden daha büyüktür.” Öyleyse Kur'an-ı Kerim'e mihveriyeti ve büyük olma payını verdi. İtret ise ya daha küçük olandır veya büyük olandan başkadır. Bu ifadeler Kur'an-ı Kerim'de tahrifin gerçekleşmediğine açık ve net bir şekilde delalet etmektedir. Aksi takdirde, yani Kur'an'da tahrif gerçekleşmiş olsaydı “Sikl-i Ekber” (büyük ağırlık) olması da mümkün olamazdı. Bu durumda nasıl halife olacaktı? Kur'an'ın eksik ve tahrif edilmiş bir halife olması hiç mümkün müdür, aklın kabul edebileceği bir şey midir bu?

 

- Yani Sekaleyn hadisinin bu bölümünün delalet ettiği başka anlamlar da vardır. Halifenin tahrif edilmiş, eksik bir şey olması mümkün değildir.

 

- Şimdi dile getirdiğimiz bu hususu ilerde detaylıca ele alacağız.

 

İkinci olarak; bazı rivayetler önemli bir noktaya işaret etmektedir. Hafız Sehavî'nin (h. 902) İsticlab-ü İrtika'l-Ğuraf adlı eserinde rivayet ettiği şu hadis bunlardandır: Şüphesiz ben, sizlere tutundukça sapıtmayacağınız şey/ler/i bırakıyorum: Allah'ın Kitabı, bir ucu O'nun elindedir, bir ucu da sizin elinizdedir. Yerle semanın arasında veya sema ile yer arasında uzatılmış sağlam bir ip olan Allah'ın Kitabı ve İtret'im olan Ehl-i Beyt'im. Bu iki halife, (kıyamet günü) Havuzun yanına gelinceye kadar birbirlerinden ayrılmayacaklar.[1]

 

“Allah'ın ipine sımsıkı sarılın.” Yani ipin bir ucu Allah-u Teâlâ'nın, diğer tarafı da sizin ellerinizdedir. Bu konuyu ilerde ele alacağız. İnsana ip uzatılmasının nedeni nedir? İnsan bir kuyuya düştüğünde tutunup çıksın diye kendisine ip uzatılır. “O'na tertemiz kelime yükselir.” Öyleyse suud ilallah (Allah-u Teâlâ'ya yükselmek) Kur'an aracılığıyladır. Sahte iple karıştırılma olasılığı bulunan bu hakiki ipe tutunmayı sana kim gösterecek?

   

- Bazen sana ipten daha fazlası gelebilir.

 

- Bunları nasıl ayıracaksınız? İnşallah bu konu üzerinde ilerde daha detaylı duracağız. Hadis bu anlama açıkça işaret etmektedir.

 

Altıncı bölüm de galiba hadisin en önemli bölümlerindendir. Hadisin asıl noktasını oluşturuyor “Havuz başında bana varıncaya kadar asla birbirlerinden ayrılmayacaklardır.”

 

Biri diğerini gerektirmektedir. Bu ikisi dünyada da, berzah âleminde ve haşr-i ekberde de asla birbirlerinden ayrılmayacaklardır. Seni Havuz başına ulaştırıncaya kadar birbirlerinden ayrılmayacaklar. 

 

- Sıratta da. Bütün merhalelerde de.

 

- İnşallah bu bölümlerin incelenmesi ilerde gelecektir.

 

Daha açık bir ifadeyle belirteyim. Bu nass birinin diğerinin çevresinde döndüğünü, ondan ayrılmadığını ifade ediyor. Daha açık bir ifadeyle İtret Kur'an'ın çevresinde dönmektedir. Kur'an nereye dönerse İtret de O'nunla birlikte döner. Kur'an bir yöne İtret de başka bir yöne dönecek olursa bunlar birbirlerinden ayrılırlar. Öyleyse İtret'e tutunduğumuzda Kur'an-ı Kerim'e de tutunmuş oluyoruz.

 

- Bu kesindir. İtret, hiçbir şekilde Kur'an'dan ayrılmaz, sürekli O'nunla birlikte hareket eder.

 

- Allah hayrını versin.

 

Yedinci bölüm ise ki bu da hadisin en önemli kısımlarındandır Şeriatın gayesini açıklıyor. “Benden sonra asla sapıtmayacağınız…” Sizler de çok iyi biliyorsunuz ki Şeriatlar insanları Sırat-ı Müstakim'e iletmek için gönderilmiştir. Bu sebebten dolayıdır ki Allah-u Teâlâ insanlara bir günde beş vakit namaz kılıp her namazda “İhdina's-Sırate'l-Müstakim” ayetini okumayı emretmiştir. İşte bu sapıklıktan kurtulmanın yolu Kur'an ve İtret'e tutunmaya bağlıdır. Bu konuyu da detaylıca ele alacağız.

 

Sekizinci bölüm; Sekaleyn hadisinin Gadir-i Hum hadisinin zımnında rivayet edilmiş olmasıdır. Bunun delalet ettiği bir husus var mı yoksa bu tamamen tesadüf eseri midir? Elbette bir maksada binaen söylenmiştir. Çünkü Hz. Resulullah (s.a.a.) Gadir hadisini zikretmeden önce Sekaleyn hadisini zikretmiştir veya Gadir hadisinden sonra Sekaleyn hadisini söylemiştir. İkisi arasındaki bağ nedir? Değerli izleyiciler “Mutarahatun fi'l-Akide” adlı programlarda Gadir hadisini detaylı bir şekilde ele aldığımızı hatırlayacaklardır.

 

Konuyu sekiz bölüm -biraz fazla veya daha az olabilir- halinde sunmaya çalışacağız inşallah. Bir de konuyla ilgili ayrıntı sayılabilecek bazı hususların üzerinde durmaya çalışacağız. Bu ayrıntıları sekizinci bölüm başlığı altında sunacağız.

 

- Bugün Sekaleyn hadisinin 55. bölümünü sunduk. İnşallah 50-60 bölüm daha işlemeyiz.

 

- Değerli izleyiciler hadisin bu kadar detaylı bir şekilde incelenmeyi hak ettiğini göreceklerdir.

 

- Özetle Hz. Resulullah'ın (s.a.a.) bu hadislerle ne mesaj vermek istediğini öğrenebilir miyiz?

 

- Üstad Ala'nın sorusuna cevap vermeden önce Kur'anî ve Nebevî bir sünnete dikkat çekmek istiyorum. Kur'an-ı Kerim bir hususa önem verdiğinde her fırsat ve münasebette bu düşünceyi pekiştirir. Örneğin tuğyan ve Firavunî düzen beşer mantığında ve sultalarda hâkim durumdadır ve biz de bunu müşahede edebilmekteyiz. Kur'an-ı Kerim Hz. Musa'ya değindiğinde hemen karşısında Firavun'a da değinir. Kur'an-ı Kerim'de Firavun sözcüğü onlarca yerde geçmektedir. Hatta 150'yi aşkın yerde söz konusu edilmektedir. Zira Firavunî düşünce ve olgu insanlık tarihiyle çok doğrudan ilişkilidir.

 

Kur'an'ın nifak olgusuna da her münasebette işaret ettiğini görmekteyiz. Zira nifak bütün ümmetlerin müptela olduğu fenomenlerdendir.

 

Azizlerim, bir olayın, sözün ya da bir düşüncenin önemini ortaya koymak istiyorsak Kur'an'ın ve Hz. Peygamber'in (s.a.a.) bu düşünceye ne kadar önem verdiğine bakmamız gerekmektedir. Geliniz bu kaideyi Sekaleyn hadisine uygulamaya çalışalım. Hz. Resulullah (s.a.a.) Sekaleyn hadisini sadece bir yerde mi buyurmuş yoksa çeşitli yerlerde ve her münasebette mi?

 

Elimizde kuvvetli bir kanıt bulunmaktadır. Eğer Hz. Peygamber (s.a.a.) Sekaleyn hadisini tek bir defa söylemiş olsaydı bu hadisi o mecliste bulunan üç, dört veya bilemediniz beş kişi aktarırdı. Eğer Hz. Peygamber (s.a.a.) bu hadisi on veya yirmi yerde zikretmiş ise rivayet eden ravilerin sayısı da fazlalaşacaktır. Bundan dolayıdır ki “Ben kimin mevlası isem Ali (a.s.) da onun mevlasıdır” nebevî buyruğunu onlarca sahabe rivayet etmiştir. Zira Hz. Resulullah (s.a.a.) bu hadisi genel bir ortamda zikretmiştir. Sekaleyn hadisi de bu türdendir. Ben bu noktada büyük bilginlerden birisinin sözlerine işaret etmekle yetineceğim.

 

Azizler, bu hadisin ismi vardır. Onlar bu hadise nasıl bir ad veriyorlar? İbn Hacer Şiî ulemadan değildir. Bakınız İbn Hacer bu hadisi nasıl isimlendiriyor? “Temessük hadisi.”

 

Çünkü o “Bu hadis bize Ehl-i Beyt sevgisini, Ehl-i Beyt'i ululamayı, onların Hz. Resulullah'ın (s.a.a.) oğulları olmaları münasebetiyle konumlarını gözetmeyi anlatmak istiyor” demiyor. O, bu hadis “temessük”ü (tutunmayı) emrediyor, diyor. Kimileri hadisin anlatmak istediği Ehl-i Beyt'e sevgi duymaktır, demek suretiyle hadisin içini boşaltmaya çalışmaktadır, oysa hadisin kendisinde “ma in ehaztum/aldığınız, sarıldığınız müddetçe” ifadeleri geçmektedir.

 

- Necat hadisi…

 

- Sapıklıktan kurtulma hadisi.

 

İbn Hacer, Savaiku'l-Muhrika adlı eserinde şöyle diyor: Bil ki temessük / tutunma / sımsıkı sarılma hadisinin geliş kanalları çoktur. Ayrıca bil ki bu kanallarla aktarılan temessük hadisi yirmi civarında sahabiden rivayet edilmiştir… Hadisin bazı varyantlarında Hz. Resulullah'ın (s.a.a) bu nebevi buyruğu Veda Haccında Arafat'ta, bir kısmında sahabenin odasını doluştuğu esnada Medine'de ölüm hastalığına tutulduğu zaman diliminde, bazı varyantlarında Gadir-i Hum'da, bir bölümünde ise Taif'ten ayrıldıktan sonra dile getirdiği görülmektedir. Rivayetlerin bu farklılığı çelişki olarak kabul edilemez. Kitab-ı Aziz'in ve İtret-i Tahire'nin önemine binaen Hz. Resulullah (s.a.a) hem adı geçen yerlerde hem de başka ortamlarda bu konuyu kendilerine defalarca tekrarlamıştır.[2]

 

- Konuya bu denli önem verilmesinin sebebi nedir?

 

- Hz. Resulullah (s.a.a.), günümüz terminolojisiyle söyleyecek olursak bize bu hadisle bir mesaj vermek istiyor. Verilmek istenen mesaj Ehl-i Beyt sevgisi olmuş olmaz, zira Kur'an bunu daha öncesinde zaten söylemişti. Deki: Ben buna karşılık sizden akrabalık sevgisinden başka bir ücret istemiyorum.” (42/eş-Şura/23) En azından başka yerlerde de bunu dile getirmişti. “Ali'yi seven beni sevmiş olur.” Öyleyse Hz. Resulullah (s.a.a.) bu hadisle bize İslamî davetin geleceğini tasvir etmek istiyor. Bu davetin korunmasına ilişkin endişesini ortaya koyuyor.

 

Bu esasın üzerinde biraz durmamız gerekiyor. Hz. Peygamber'in omuzlarına yüklenen bu sorumlulukların üzerinde biraz etraflıca durmalıyız ki bu mesuliyeti niçin İtret'in boynuna yüklemek istediğini anlayabilelim.

 

İlk olarak, Kur'an-ı Kerim'in Hz. Resulullah (s.a.a.) döneminde mevcut olduğunu ve O'ndan sonra da değişmeyeceğini bilmemiz gerekiyor. Hz. Resulullah (s.a.a.) dönemi ve O'ndan sonraki Kur'an aynıdır. Konu ikinci halife, yani Sekaleyn'in ikincisi hakkındadır.

 

Geliniz özetle de olsa genelde bütün peygamberlere, özelde de daha ağır ve daha zor bir şekilde Hz. Resulullah'a (s.a.a.) yüklenen bu mesuliyetler üzerinde duralım.

 

İlk mesuliyet ilahi vahyin alınmasıdır. Bu peygamberliğin ilk sorumluluğudur. Yani Peygamber'in Allah-u Teâlâ'dan vahiy alması ve onu ümmete tebliğ etmesi. (Resûlüm!) Onu Rûhu'l-Emîn (Cebrail) indirdi. Senin kalbine; uyarıcılardan olman için, apaçık Arapça bir dille.” (26/eş-Şuara/193-5) ve  O,arzusuna göre de konuşmaz. O (bildirdikleri) vahiyden başka birşey değildir.(53/en-Necm/3-4) Hz. Resulullah'ın (s.a.a.) en önemli görevlerinden birisi tebliğ ve uyarıdır. Ben bunun açık olduğunu ve beyana ihtiyaç duymadığı kanaatindeyim.

 

Hz. Resulullah'a (s.a.a.) yüklenen ikinci mesuliyet ilahî vahyin açıklanmasıdır: İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için” (16/en-Nahl/44)

 

Geliniz ikinci mesuliyet üzerinde biraz duralım. Mesela Kur'an-ı Kerim “Namaz kılınız” diyor. Namazı nasıl kılalım sorusunun cevabını bulabilmek için Hz. Resulullah'a (s.a.a.) gidiyoruz. Allah bize namaz kılmamızı emretti, Resulullah (s.a.a.) de bize namazın nasıl kılınacağını açıkladı. Yoluna gücü yetenlerin o evi haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır.” (3/Al-i İmran/97) Haccın nasıl yapılacağını da bize Hz. Resulullah (s.a.a.) açıklamaktadır. “Beni nasıl namaz kılıyor görüyorsanız öylece kılınız” diye buyurmuştur ve hac ve oruçta da aynı durum söz konusudur, diğer ibadetlerde ve ilahî marifetlerde de aynı şekildedir. Açıklaması ve tafsilatı Kur'an'da geçiyorsa onunla amel ederiz, ancak açıklanmaya ihtiyaç duyuyorsa bunu yerine getirme görevi Hz. Resulullah'a (s.a.a.) aittir. Bu görev başka hiçbir kimseye ait değildir. Hz. Resulullah (s.a.a.) hayatta olduğu müddetçe bu görev sadece O'na mahsustur.

 

Üçüncü mesuliyete gelince… Ümmet veya sahabe birkaç kişiden oluşuyor değildir. Belki on binlerce sahabe bulunmaktaydı. Sahabe arasında herhangi bir görüş ayrılığı ve ihtilaf gerçekleştiğinde -özellikle de bu ihtilaf bir sahabinin Kur'an'ın bir ayetine diğerinin başka bir ayete veya bir sahabinin bir rivayete ötekinin de başka bir rivayete atıf yapmasından kaynaklanıyorsa- bu ihtilafı ortadan kaldırma görevi Hz. Resulullah'a (s.a.a.) yüklenmiştir. Bütün sahabilerin Şeriat nizamının ve ilahi marifetlerin o ana kadar gelen bütün ilkelerini bilme zorunluluğu bulunmamaktadır. Sahabenin tüm ilahi marifeti kuşatamaması nedeniyle aralarında ihtilaflar baş gösteriyordu. Tarih onların aralarındaki nizaları çözmek için Hz. Resulullah'a (s.a.a.) başvurduklarını gösteren örneklerle doludur. Bu tartışmalar hak hukuk noktasında değil, dinin anlaşılması, yorumlanması noktasındaydı.

 

- Nitekim Birinci Halife ile İkinci Halife arasında bir olay yüzünden tartışma çıkmıştı.

 

- Bravo. Öyleyse Kur'an-ı Kerim çeşitli ayetlerde açık ve net bir şekilde bu hususa dikkat çekmektedir. Ben sadece Nisa Suresinden iki ayete işaret edeceğim.

 

İlk ayet Nisa Suresi 59. ayettir. “Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan ululemre de itaat edin. Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resulüne arz edin. Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir.'' (4/en-Nisa/59) Bu ayet şu anlama gelmiyor: Birisinin bu benim malımdır, diğerinin benimdir dediği türden ihtilaflarda…

 

- Yani buradaki ihtilaflar kazaî tartışmalarla alakalı değildir.

 

- Tam isabet. Dinin anlaşılması ve tefsir edilmesi noktasındaki görüş ayrılığı kastedilmektedir. Hz. Resulullah (s.a.a.) mevcut ise O'na, değilse O'nun hadisine müracaat ediniz.

 

İkinci ayet şudur: Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.” (4/en-Nisa/65) Bazı müfessirler ayette geçen anlaşmazlık sözcüğünden hukuksal tartışmayı anlamışlardır. Bu tefsir yanlıştır. Anlaşmazlıklar bazen dinî bir konuda, dinin anlaşılması hakkında da olabilir.

 

Üçüncü ayet; Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (33/el-Ahzab/36) Ayette geçen “kaza” kelimesinden dolayı zihniniz hukuksal kararlara kaymasın.

 

Demek ki ayetler Hz. Resulullah'ın (s.a.a.) vahyi alıp açıklama görevinin yanında bir üçüncü yükümlülüğüne de işaret ediyor, yani insanların bir meselenin anlaşılmasında ihtilafa düşmeleri halinde O'nun dinî merci oluşuna işaret. Dini maarifin anlaşılması ve tefsirinde gerçekleşen ihtilaflarda dinî merci Hz. Resulullah'dır (s.a.a.). Gerçi Hz. Peygamber'in başka sorumlulukları da bulunmaktadır. Ancak bunlara şimdilik girmiyoruz.

 

Soru: Acaba bütün bu sorumluluklar kendisinden sonrasına da intikal etmiş midir?

 

El cevap: İlk mesuliyet, hiç kuşku yoktur ki Hz. Peygamber'in vefatıyla sona ermiştir. Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o, Allah'ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” (33/el-Ahzab/40) Dinin açıklanması ise devam etmektedir. Yani dinin açıklanması hususu sadece Hz. Resulullah (s.a.a.) döneminde bir ihtiyaç değil O'ndan sonrasında da bir ihtiyaçtır ve bu ihtiyaç sürekli olarak devam edecektir.

 

Üçüncü mesuliyete gelince… Sahabe kendi aralarında ihtilafa düştüklerinde, dinî tartışmanın çözümündeki mercilik kime aitti? “Seyyidim onlar sahabedir” denilecek olursa ben derim ki, evet biz de onların sahabe olduğuna inanıyoruz. Azizlerim Sekaleyn hadisini bir cümleyle özetlemek istersek şöyle diyebiliriz: Hz. Resulullah (s.a.a.) ikinci ve üçüncü mesuliyeti -dinin açıklanması ve düşünsel ve akidevî tartışmaların ve ihtilafların çözümünü- halifesine bırakmıştır. Ben bunun zarurî bir mesele olduğunu düşünüyorum. İhtilafların giderilmesinde bir mercinin mevcudiyeti şeklindeki temel noktada farklı görüş bulunmamaktadır. Dünyada yazılı bulunan kanunlara bakınız, bu kanunların tefsiri için otorite kabul edilen kişilerden oluşan bir topluluk vardır hep.

 

- Kanunun kendisi, kendisini açıklayacak ve yorumlayacak merciyi belirlemektedir.

 

- Aksi takdirde kaos alır başını gider. Aziz dostlara şunu söyleyeyim ki “Sekaleyn” veya “halifeteyn” hadisi ya da İbn Hacer'in ifadesiyle “temessük” hadisi Hz. Resulullah'tan (s.a.a.) sonraki dini merciyi açıklama amacıyla varid olmuştur. Bu merci, kendisinden sonra dini açıklamak, sahabe ve insanlar arasında gerçekleşen ihtilafları çözmekle yükümlüdür.

 

- Sunucu: Zihnime gelen bir hususu açıklamak istiyorum. Akla takılan soruların birçoğunun cevabı Kur'an-ı Kerim'de geçmektedir. Örneğin bu meseleyle ilgili olarak sahabe konusunu ele alalım. Kur'an-ı Kerim çoğu defa çoğunluğun aklının merci oluşunu olumsuzlamaktadır. İşte bu Kur'an-ı Kerim'de mevcuttur. Yani insan Kur'an-ı Kerim'i düşünerek okursa bunu görür.

 

- “Bir kısım insanlar, müminlere: Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman sakının onlardan, dediklerinde…” (3/Al-i İmran/173)

 

- Sunucu: Çoğu defa bireysel düşünmeye davet etmektedir. Çoğunluğa uymak aklî değildir. Bu ilk husus.

 

İkinci husus da şudur: Kur'an-ı Kerim'in İsrailoğulları kıssasını ısrarla anlatması insanın aklına doğrudan şöyle bir soru getiriyor: Kur'an-ı Kerim İsrailoğulları kıssasını niçin bu sıklıkta anlatıyor? İsrailoğulları kıssası Kur'an'da geniş bir yer tutmaktadır. Kur'an-ı Kerim tüm zaman ve zeminlerin kitabıdır. Yahudilik olayı ise cüzî bir konudur. Ayrıca Yahudiler dünya nüfusu içinde 12 milyon gibi bir nüfusu teşkil etmektedirler. Ancak İsrailoğulları olayının detaylarının ilahi bir sünnet olduğunu, bütün imamların, halifelerin ve peygamberlerin başına geldiğini görüyoruz. Bu konu etraflı bir şekilde incelenmeyi hak ediyor.

 

Konuya dönelim. Mercilik konusuna Kur'an-ı Kerim işaret etmiştir ve bu mercilik sahabede kendisini göstermektedir denilebilir. Nitekim bazıları sahabeyi Kur'an'ı himaye eden kimseler olarak nitelendiriyor, “Kur'an-ı Kerim'in anlaşılması, tüm maarif sahabede mevcut idi, siz niçin bunu Ehl-i Beyt'e özgü kılıyorsunuz?” diyorlar.

 

- Gerçi sahabenin bir bölümü Ehl-i Beyt'e müracaat ediyordu.

 

Tam isabet. Ben şu hayatî sorunun dillere pelesenk edildiğini düşünüyorum. Bizler dinin anlaşılmasında merci olarak sadece İtret'i sayıyoruz. Onlar ise bu halkayı genişleterek sahabeyi de bunun içine alıyorlar. Bu konunun detaylarına girmek istemiyor, çok kısa şekilde açıklamak istiyorum.

 

Azizlerim, konunun ana noktalarını şimdi sunacak, detayını sonraki programa bırakacağım.

 

Hiç kimse sahabenin tamamının ilim noktasında eşit seviyede olduğunu iddia edemez. Hatta kimi sahabiler bize tek bir hadis dahi rivayet etmemişlerdir. Dahası var, sadece Hz. Resulullah'ı (s.a.a.) görmüş olduklarından dolayı sahabi olanlar bulunmaktadır.

 

Kimilerinden de Ebu Hureyre örneğinde olduğu gibi beş binden fazla hadis aktarılmıştır. Öyleyse sahabe ilim açısından aynı seviyede değildir.

 

İlk soru; eğer vaziyet bu şekildeyse sahabiden kastınız hangisidir, bu mu öteki mi? Acaba sahabenin her bir ferdinin dinin anlaşılmasında merci olduğunu söylemeyi akıl kabul edebilir mi? Bu kabul edilecek olursa dinden geriye bir şey kalmaz. Ehl-i Sünnet kardeşlerimizin ve onlara tabi olanların “Hayır. Bizim maksadımız sahabenin icma etmesidir” deme hakkı elbette vardır. Ben de böyle bir kabul ve nazariye karşısında meydan okuyarak diyorum ki, sahabenin icma ettiği tek bir örnek gösteriniz bize öyleyse. Sahabenin onlarca gruba ayrıldığını söylemek istemiyorum. Ancak onlara baktığınızda sürekli bir şekilde bölündüklerini ve ihtilaf halinde olduklarını göreceksiniz. Örneğin Hz. Resulullah'tan (s.a.a.) sonraki hilafet meselesinde, Osman'ın ve Ali'nin (a.s.) halifeliği hakkında sürekli olarak farklı gruplara ayrıldıklarını göreceksiniz.

 

Hiçbir hadiseyle karşılaşılmamıştır ki sahabe ikiye üçe ayrılmamış olsun. Aslında bütün fitneler sahabe asrından itibaren başlamıştır. Hatta geçen hafta Ebubekir ile Ömer'in onlarca noktada ihtilafa düştüklerini okumuştuk. Öyleyse Hz. Resulullah'ın (s.a.a.) buyurduğunuz gibi merci olarak sahabenin tamamını bırakmış olmasını akıl kabul etmemektedir. Aslında bu mümkün de değildir. Çünkü sahabenin sayısı 12.000-20.000'i aşmaktadır. Hatta sayının bundan çok daha fazla olduğunu söyleyenler de vardır. Öyleyse sahabenin tümünün merci olması olanaksızdır. Bu da ikinci nokta.

 

Üçüncü olarak: Hayır, bizim kastımız bu da değildir, biz sahabenin ulularını, bilginlerini kastetmekteyiz, mercilik bunlara aittir diyebilirsiniz.

 

Doğrudur, böyle bir ihtimal bulunmaktadır. Hz. Resulullah (s.a.a.) sahabenin hepsine dini mercilik vermiş değildir. Buna göre Ebubekir'e merciiyet vermiş ve örneğin şöyle demiştir: “Benden sonra Ebubekir ve Ömer'e uyunuz.” Fakat bu rivayet Vadıî'nin de dediği gibi malüldür, yani sened açısından problemlidir.

 

Azizlerim, ben buna cevap vermek istemiyorum. Aziz dostlardan özür diliyorum. Önümde detaylı bir araştırma yapmak için getirdiğim kaynaklar var. Ancak bu detaylı açıklamayı inşallah önümüzdeki programda sunacağım.

 

Önümde Hafız İbn Hazm el-Endülüsî'nin el-İhkam fi Usuli'l-Ahkâm adlı eseri var. O bu eserinde Hz. Peygamber'in (s.a.a.) sahabeyi mutlak olarak merci tayin etmesinin mümkün olmadığını söylüyor. Evet, bunu söyleyen bizzat İbn Hazm. O bu eserinde şöyle diyor: Allah Resulü (s.a.a.) sahabesinin verdikleri fetvalarında bazen yanıldıklarını haber vermektedir. Allah'a ve ahiret gününe inanan bir Müslümanın, Hz. Resulullah'ın (s.a.a.) hataya düştüğünü haber verdiği sahabelerine uyulmasını emrettiğine inanması nasıl caiz olabilir? Resulullah'ın (s.a.a.) kendisi onları nehyettiği halde onların görüşlerine uymayı nasıl emredebilir? O, (s.a.a.) hataya düşen bir kimseye uymayı nasıl vacip kılabilir? Bu tür bir şeyin Hz. Peygamber'e nispet eden kimse ya fasık ya da cahildir. Bu anlayış diyanetin yıkılmasını ve batıla ittiba etmeyi gerektirmektedir. Ayrıca bir şeyin aynı anda hem haram hem helal oluşunu icab etmektedir. Bu aklî değildir ve aynı zamanda Hz. Peygamber'e yalan isnadıdır. Hz. Peygamber'e (s.a.a.) yalan isnadında bulunan bir kimse Allah korusun cehennem ateşine girer.[3]

 

Pasaja göre Hz. Resulullah (s.a.a.) sahabelerinin bazı fetvalarında hataya düştüklerini haber vermiştir. Peki, Hz. Peygamber'in (s.a.a.) hataya düştüklerini söylediği sahabeye uymayı emretmesi aklen hiç mümkün müdür? Eğer böyle bir şeyi emredecek olursa birbiriyle çelişen ve çatışan iki şeyi bir araya getirmiş olur. Ben ibarenin “fasık” ve “cahil” ifadelerinin geçtiği bölümünün çok ağır olduğunu düşünüyorum. Pasaj Hz. Resulullah'ın mutlak olarak sahabeye uymayı emrettiğini söyleyen kimsenin fasık veya cahil olduğunu ifade etmektedir. İbn Hazm, Hz. Peygamber'in (s.a.a.) yüceliğini korumaya çalışıyor. Zira sahabenin içinde ara sıra da olsa batılla amel edenler vardı. Bir diğer husus ise bazı sahabilerin bir şeyin haram olduğunu söylerken bazılarının da helal olduğunu söylemeleridir. Sahabe bile ihtilaf ettiğine göre ümmet şu anda ihtilaf edince kime müracaat edecek? Sahabeye müracaat edecektir. Peki sahabe ihtilafa düştüğünde kime müracaat edilecektir? Kendi nefislerinize müracaat ediniz demek akıl tarafından onaylanmamaktadır.

 

Öyleyse bir dini merciin bulunması zorunludur. Aksi takdirde Hz. Resulullah'ın (s.a.a) İslam davetinin geleceğine önem vermediği anlamı ortaya çıkar.

 

Önümüzdeki hafta “Benden sonra Ebubekir ve Ömer'e uyunuz” sözünü ele alacak, Ehl-i Sünnet kaynaklarına müracaat edeceğiz. Bunların dinî merciliğe sahip olmalarının mümkün olup olmadığını ele alacağız. Konuyu dört kişiyle sınırlandıracak ve bunları mukayese edeceğiz; Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali. Zira Ehl-i Sünnet kardeşlerimizin bir bölümü bu dördünün sahabenin en faziletlileri olduğuna inanmaktadır. Onlar sahabenin en faziletli, en muttaki, en bilginlerinin bunlar olduğunu söylüyorlar. Bunları mukayese etmek suretiyle Hz. Resulullah'ın (s.a.a.) dört bin veya kırk bin değil dört sahabiyi bile topluca merci olarak bırakıp bırakmadığını değerlendirmiş olacağız.

 

- Seyyid Kemal Haydari Bey'e teşekkürlerimizi sunuyoruz. Sizlere de teşekkürlerimizi sunuyoruz aziz izleyicilerimiz. Allah'a emanet olun. Es-selamu aleykum ve rahmetullahi ve berekatuhu.      

 

.

 

 



[1] Hafız Sehavi, İsticlabü İrtikai'l-Ğuraf  bi-Hubbi Akribai'r-Rasul ve Ehli'ş-Şeraf, Tahkik Halid İbn Ahmed Babteyn, Darü'l-Beşairi'l-İslamiyye, c. 1, s. 357

[2] İbn Hacer el-Heytemi, es-Savaiku'l-Muhrika ala Ehli'r-Rafd, ve'd-Dalali ve'z-Zandaka, c. 2, s. 440, Tahkik Abdurrahman İbn Abdullah et-Türki ve Kamil Muhammed el-Harrat

[3] Hafız Ebu Muhammed Ali İbn Hazm el-Endülüsî, el-İhkam fi Usuli'l-Ahkâm, Tashih Ahmed Muhammed Şakir, Mektebetü'l-İmam el-Buharî, c. 6, s. 90

 

 

Çev: Cevher Caduk

 

 

www.medyasafak.net