Ayetullah Kemal Haydari'den Sekaleyn Hadisi Dersleri (54)

Ayetullah Kemal Haydari'den Sekaleyn Hadisi Dersleri (54)
İbn Abbas şöyle demektedir: Üzerinize gökten neredeyse taş yağacak! Ben size Hz. Resulullah’ın (s.a.a.) buyruğunu aktarıyorum, sizler ise Ebu Bekir ve Ömer şöyle şöyle diyor, diyorsunuz.

 

- Rahman Rahim Allah'ın Adıyla ve O'nun yardımıyla. Salât ve selam Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a.), tertemiz Âl'ine olsun.

 

Değerli izleyiciler es-selamu aleykum ve rahmetullahi ve berekatuhu. Ayetullah Seyyid Kemal Haydari Bey'e hoş geldiniz diyoruz. Seyyidim sizler önceki programda Hz. Resulullah'ın (s.a.a.) huzurunda cihad eden, çarpışıp şehid düşenler için kullanılan sohbet kavramına, yani sahabiliğe işaret ettiniz. Bu kavramın başkaları hakkında da kullanılabileceğine işaret ettiniz. Acaba önceki programın bir özetini sunmanız mümkün mü? Bu özetin dışında ekleyeceğiniz diğer şeyleri de merak ediyoruz.

 

- Kovulmuş şeytandan her şeyi işiten ve bilen Allah'a sığınır, Rahman Rahim olan Adıyla ve O'nun yardımıyla programımıza başlarım. Salât ve selam Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a.) ve tertemiz Âl'ine olsun. Allahümme salli ala Muhammedin ve Al-i Muhammedin ve accil ferecahum.

 

Farklı yönelişlere ve mezheplere sahip Müslüman bilginler arasında tartışılan en önemli konulardan birinin sahabilik kavramı olduğunu düşünüyorum. Acaba bu kavram cihad edip çarpışan, şehid düşen, ahde vefa gösteren vb övücü hasletlere sahip kişilere mi özgüdür? Bu hasletlere sahip olanlar kesinlikle cennet ehlidirler. Yoksa sohbet ve sahabilik sözcüğü bu anlamdan daha genel bir kullanıma mı sahiptir?

 

Sahabiliğin mukaddes bir anlama sahip olduğunu iddia eden nazariyelerin ve yönelimlerin varlığını biliyoruz. Bununla "Sahabenin hepsi adildir ve tamamı cennet ehlidir" şeklindeki yaklaşımı kastediyoruz.

 

Gerçi işaret ettikleri bazı nasslarda sahabenin bir bölümünün doğrudan cennetle müjdelendiği geçmektedir. Bir bölümü ise genel bir şekilde cennetle müjdelenmiştir. Acaba defalarca işaret ettiğimiz üç şartı barındıran sahih nasslar gereğince bu nazariye doğru mudur? Söz konusu üç şart Ehl-i Beyt Okulu ile Ehl-i Sünnet'in bilginleri arasında rivayetin ittifakla kabul edilmiş olması, açıklık ve sahihliktir.

 

Değerli izleyiciler çok iyi hatırlayacaklardır ki önceki programda bu sözcüğün Kitab ve Sünnet'te övülen ve bir kıymete haiz olan kimseleri içeren bir kullanımının olduğu gibi münafığa da işaret ettiğini görmüştük. Sahih, açık ve ittifak edilen nasslar gereğince anlıyoruz ki bu sözcük münafıklar hakkında da kullanılmaktadır. "Seyyidim bunların sayısı azdır veya çoktur" şeklinde bir itiraz gelebilirse de şu an önemli olan denildiği gibi "küllî mucebin salibe-i cüziye ile nakzolunmasıdır."[1] Yani şöyle ki biz böyle tek bir kullanım görsek bile artık bu külli kural ve kabul çökmüş demektir. Hâlbuki rivayetler bundan daha fazlasına işaret etmektedir. Rivayetler sahabenin arasında 8 veya 12 münafığın mevcudiyetine işaret etmektedir. Öyleyse sahabenin hepsi adil, cennetlik değildir, hatta bir bölümü münafıktır ve münafıklar da cehennemin en alt tabakasındadırlar.

 

Üzerinde durduğumuz ikinci örnek sahabe sözcüğünün Hz. Resulullah'tan (s.a.a.) sonra irtidad eden kişiler hakkında kullanımıdır. Azizim sahabenin tamamının, yarısının ya da dörtte birinin mi irtidad ettiği konusu şu an önemli değil ve bizi şimdilik ilgilendirmiyor. Mesele sahabe sözcüğünün irtidad eden kimseler hakkında kullanılmış olup olmadığıdır. Bu da rivayetlerde görüldüğü üzere kullanılmıştır. Rivayetler sahabenin irtidadının geriye onlardan çok az kimse kalacak şekilde fazla olduğunu bile göstermektedir.

 

Üçüncü kullanım -ki bu en korkuncudur- Hz. Resulullah'ın vefatından sonra O'nu ebedi olarak göremeyecek sahabiler hakkında gerçekleşmiştir. Eğer cennete girecekler ise sorun yok, zaten o durumda Hz. Resulullah'ı (s.a.a.) görebilme nimetine kavuşacaklardır. Ancak başka bir yerdeler ise bu demektir ki cehenneme gireceklerdir. Sadece haşirde değil cennette de, berzahta da Resulullah'ı (s.a.a.) göremeyecekler.

 

Önceki programda bu üç kullanımı etraflıca incelemiştik. 

 

Bugün ise kelimenin dördüncü kullanımıyla konumuzu bitireceğiz. Bu şimdiye kadar gördüklerimizin en dehşet vericisidir. Okuduğum sahih, muteber, makbul ve açık rivayetlerin sadece Sahihü'l-Buharî, Sahihü Müslim ve Müsnedü Ahmed'de yer aldığını görüyorsunuz.

 

Bu kullanımla ilgili iki rivayete işaret etmek istiyorum.

 

Rivayet şöyledir: İbn Şihab'ın Said İbn el-Müseyyeb'den, onun da Ebu Hureyre'den rivayet ettiğine göre Hz. Resulullah (s.a.a.) şöyle buyurmuştur: Havuz başında ashabımdan bazılarını bana getirirler. Havuzdan men edilirler. ‘Ya Rabbim! Onlar ashabımdı onlar...' dediğimde ‘Senden sonra onların neler ihdas ettiğini bilmiyorsun. Onlar ökçeleri üzerine gerisin geriye döndüler' denilir bana.[2]

 

Sayılarının ne kadar olduğu önemli değil. Hz. Resulullah (s.a.a.) onların havuzdan men edilmelerinin nedenini, havuzdan niçin yararlanamadıklarını sormaktadır. Zira bunlar havuzun başına geldiği halde ondan içmelerine engel olunan kimselerdir. Neler ihdas ettiklerine birazdan geçeceğiz. Tabi buradan belli oluyor ki Hz. Resulullah'tan (s.a.a.) sonra ihdas ettikleri bu şeyler övünülecek ve kıvanç duyulacak şeyler değildir. Rivayet son derece önemli.

 

- Önceki rivayetler de bunu pekiştiriyor.

 

- Tam isabet. Bunların ilk cahiliyetlerine dönecekleri öngörüsünü pekiştirmektedir. Çünkü onlar ökçeleri üzere gerisin geriye dönmüşlerdir.  "Şimdi o ölür ya da öldürülürse, gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz?" (3/Al-i İmran/144) Bu geri dönüş ne demek?

 

İkinci rivayet; İbn Şihab Said İbn el-Müseyyeb'den, o da Hz. Peygamber'in (s.a.a.) ashabından Hz. Resulullah'ın (s.a.a.) şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: Havuz başında ashabımdan bazılarını bana getirirler. Havuzdan men edilirler. ‘Ya Rabbim! Onlar ashabımdı...' dediğimde bana ‘Senden sonra onların neler ihdas ettiklerini bilmiyorsun. Onlar ökçeleri üzerine gerisin geriye döndüler' denilir.[3]

 

Soru şudur: Muhdisin (bidat ihdas eden kimse) hükmü nedir? Zira hadiste "Onlar ihdas ettiler" denmektedir.

 

Allah aşkına ben bu akşam kendi kafamdan bir şeyler söylemek ve yorumda bulunmak istemiyorum. Sadece büyük bilginlerin konuyla ilgili açıklamalarını ve pasajlarını sizlerle paylaşmaya çalışacağım.

 

Önümüzde Sahihü Süneni'n-Nesaî adlı eser var.

 

Rivayet şöyledir: Hutbe Nasıldır?

 

Cabir İbn Abdullah'tan rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir. Hz. Resulullah (s.a.a.) hutbesinde Allah-u Teâlâ'ya layıkıyla hamd-u sena ettikten sonra şöyle buyuruyordu: Bir kimseye Allah hidayet verirse artık onu saptıracak yoktur, Allah'ın saptırdığını da hidayet edecek yoktur. Muhakkak ki, sözlerin en doğrusu Allah'ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed'in (s.a.a.) yoludur. İşlerin en kötüsü ise sonradan uydurulanlardır. Sonradan uydurulup dine sokulan her amel bidat, her bidat sapıklıktır ve her sapıklık da ateştedir. Ben, kıyamet günüyle şu iki parmak gibi (yakın olarak) gönderildim.'[4]

 

- Pek çok Müslümana yöneltilen bu itham sahabenin ekserisi için gerçek olmuştur.

 

- Tam isabet. Bu, onların aktardıkları nassların en açık olanlarındandır. Onlar açıklayacağımız bir yolla bu durumdan kurtulabilirler. Gerçi bu hadisin içeriğinin sonuçlarından kurtulabilmek için çeşitli hilelere başvurmuşlardır.

 

Kimse bize ‘Seyyidim İbn Teymiyye bu rivayeti kabul ediyor mu?' demesin. Zira kabul etmektedir.

 

O şöyle diyor: El-cevap; "İşlerin en kötüsü sonradan uydurulanlardır Sonradan uydurulup dine sokulan her amel bidat, her bidat sapıklık ve her sapıklık da ateştedir" sözü ve sonradan çıkan işlerden sakınılması gibi şeyler Hz. Resulullah'ın (s.a.a.) nassıdır. Bidatı yermeye delalet eden bu hadisi bertaraf etmek hiçbir kimseye helal değildir. Bu nassın delaleti hususunda farklı bir görüş ortaya koyan kimsenin kıymeti yoktur.[5] Yani bidati övmeye çalışan kimsenin görüşünün hiçbir kıymeti bulunmamaktadır.

 

Muhammed İbn Abdulvehhab'ın bağlılarından olan çağdaş büyük bilginlerden İbn Baz'dan bir pasaj aktaracağım. O şöyle demektedir: Sahihü Müslim'de Cabir'den aktarılan Hz. Peygamber'in Cuma hutbesindeki ‘Muhakkak ki, sözlerin en doğrusu Allah'ın Kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed'in (s.a.a.) yoludur İşlerin en kötüsü ise sonradan uydurulanlardır. Sonradan uydurulup dine sokulan her amel bidat, her bidat sapıklıktır' ifadesine gelince…

 

Nesaî ise sahih bir isnadla ‘ve her sapıklık da ateştedir' fazlalığını rivayet etmiştir.[6]

 

Ben bu programda Muhammed İbn Abdülvehhab'ın bağlılarından büyük bilgin Muhammed Salih el-Useymin'in ifadeleri çerçevesinde konuşmak istiyorum biraz.

 

O, Mecmuu Fetava ve Resail Fazileti'ş-Şeyh Muhammed Salih el-Useymin adlı eserinde rivayetleri naklettikten sonra şöyle der: Hz. Resulullah'ın (s.a.a.) ‘İşlerin sonradan uydurulanlarından sakının. Sonradan uydurulup dine sokulan her amel bidat, her bidat sapıklıktır. Her sapıklık da ateştedir' hadisini bilen topluluğa kuşkusuz şaşırıyorsun. Bunlar ‘her bidat' sözündeki en genel ve amm ifadelerle donatılmış tümel kapsayıcı kuşatıcı sözü bilmektedirler. Bu en kapsamlılık ise ‘her/küllü' sözüdür. Bu genelliği dile getiren ise Hz. Resulullah'tır (s.a.a.). O (s.a.a.) bu küll/her sözcüğünün medlulünü bilmektedir. Çünkü O insanların en fasih konuşanıdır. İnsanlara en güzel nasihat edendir. O telaffuz ettiği her sözcüğün anlamını kastederek konuşmaktadır. O ‘her bidat delalettir' sözünü söylediğinde ne dediğini biliyordu. Ondan aktarılan bu söz ümmete kâmil nasihatinden kaynaklanmaktadır.[7]

 

Yani Hz. Resulullah (s.a.a.) ne dediğini pekâlâ bilendir. O "her bidat delalettir" sözünün ne anlama geldiğini çok iyi bilmektedir. Yani O hem ne dediğini, hem de dediğinin ne anlama geldiğini iyi biliyordu.

 

Bu esasa göre bizler bidatin bidat-i hasene ve bidat-i seyyie diye ikiye ayrılmasını kavramakta güçlük çekiyoruz.

 

- Bidat de cehennemdedir.

 

- Hz. Resulullah (s.a.a.) "her bidat" sözünü niçin söylüyor acaba! Bidatin iki, üç veya beş kısma ayrılmasının hiçbir anlamı bulunmamaktadır. Hakkında "bu iş dinde bidattir" denilebilen her şey ateştedir.

 

- Yani olumsuz anlamıyla bidat.

 

- Dinde bidat bir kayıttır. Bundan dolayı Useymin “Bu genellikten sonra bidati üç kısma veya beş kısma ayırmamız doğru olabilir mi! Hayır, bu asla doğru değildir. Bilginlerin bidat-ı hasene şeklindeki iddiaları şu iki durumdan birisinin kapsamına girer.

 

Ya asıl itibariyle bidat değildir. Ancak bidate benzemektedir...

 

Kalplerinizde bir şeyler depreştiğini hisseder gibiyim. Emirü'l-Müminin Ömer İbn Hattab'ın Übeyy İbn Ka'b ile Temim-i Darî'yi Ramazan ayında insanlara imamlık yapmaları için tayin ettiğini ve insanların imamlarıyla toplandıklarını ve namaz kıldıklarını, Ömer'in onları bu şekilde gördüğünde de ‘Bu ne güzel bidattir' dediği hadisesi nereye koyacaksın şeklindeki sözlerinizi işitir gibiyim”[8] diyor.

 

Ya da bidattir ve her ne kadar bidat sahibi bilemese de kötüdür. Bir şey bidat olursa kötüdür.  Eğer hasene diyorsan sen her ne kadar bidat olduğunu düşünsen de bidat değildir. Allame Useymin ne dediğini çok iyi bilmekte ve sözlerini seçerek kullanmaktadır. İşte O bu konuda tam bir çıkmaza düşüyor. Eğer bu bir bidat ise bu bidat nasıl güzel oluyor? Eğer bidat değil ise -ki Ömer bu konuyu tam yerli yerince teşhis edememiş- …

 

Bu nedenle İbn Useymin şöyle diyor: Buna iki şekilde cevap verilir.[9] İlk cevap beş sayfa kadar sürüyor. İkinci cevabı da zikrediyor. Bu problemden kurtulabilmek için bir o tarafa bir bu tarafa kıvırıp duruyor.

 

Aziz dostlar, İbn Teymiyye'nin açık ve net bir şekilde bidati ikiye ayırdığını bilsinler. Ben öyle düşünüyorum ki Useymin'in bu açıklamaları ona cevap niteliğindedir.

 

İbn Teymiyye Der'ü Tearüzi'l-Akl ve'n-Nakl adlı eserinde şöyle demektedir: İmam Şafiî der ki bidat iki türlüdür. Kitaba veya Sünnete ya da icmaya veya Hz. Resulullah'ın (s.a.a.) ashabından birinden aktarılan bir rivayete muhalif olan bidat. Bu bidat sapıklıktır.

 

Bir de bunlardan hiçbirine ters düşmeyen bidat. Bu bidat bazen hasene olabilir. Zira Ömer “Ne güzel bir bidat” demiştir. Bu ve benzeri sözleri Beyhakî es-Sahih'te kendi isnadıyla rivayet etmiştir.[10]

 

- Seyyidim karşımıza önemli bir konu daha çıktı. Yani Hz. Resulullah'ın (s.a.a.) Sünnetine muhalif olan şey bidattir. Ancak eserde bidati Hz. Resulullah'ın (s.a.a.) ve sahabenin sünnetine aykırı şey olarak tanımladı.

 

- Geliniz, ilk önce önemli bir konu üzerinde birleşelim. Bir şey bidat ise cehennemdedir. Eğer bidat değilse her ne kadar hakkında bidat ifadesi kullanılsa da o bidat değildir.

 

Allame Useymin şöyle diyor: Buna iki şekilde cevap verilir. İlk cevaba göre hiç kimsenin Hz. Resulullah'ın (s.a.a.) sözüne başkasının sözüyle karşı koyma hakkı bulunmamaktadır. Ne Ebu Bekir'in ne Ömer'in -ki Ömer ümmetin ikinci faziletli şahsıdır- ne Osman, ne de Ali'nin ve başka birisinin sözüyle Resulullah'ın (s.a.a.) sözü karşısında söz söylenemez. Çünkü Allah-u Teâlâ ‘Bu sebeple, onun emrine aykırı davrananlar, başlarına bir belâ gelmesinden veya kendilerine çok elemli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar' (24/en-Nur/63) buyurmaktadır.

 

İbn Abbas şöyle demektedir: Üzerinize gökten neredeyse taş yağacak! Ben size Hz. Resulullah'ın (s.a.a.) buyruğunu aktarıyorum, sizler ise Ebu Bekir ve Ömer şöyle şöyle diyor, diyorsunuz.[11]

 

Yani Hz. Resulullah'ın yaptığı bir eyleme veya buyurduğu bir söze muhalefet etmek bidattir. Belki İbn Abbas karıştırıyor diyebilirsiniz.

 

Geliniz hepinizin bildiği çağdaş bir bilginin açıklamalarına geçelim. Muhammed Nasırüddin Albanî'nin açıklamalarına bir bakalım. O şöyle diyor: Sahihü Müslim'de geçen ‘Hz. Resulullah (s.a.a.) ile birlikte biz de temettü' yaptık. Sonra hacc mut'asını nesheden bir ayet inmedi. Ancak bir adam sonra kendi reyi ile dilediğini söyledi.' Bu rivayet güzel, latif ve yumuşak bir reddiyedir. Zira O ‘bir adam' sözüyle Ömer'in içtihad ettiğine işaret etmektedir. Ömer insanlara temettu haccını yasaklamıştı. O cahil birisi değildir. Çünkü ‘bir adam kendi reyi ile' ifadelerini kullanmaktadır.[12]

 

Yani ikinci halife Hz. Resulullah'ın (s.a.a.) hacc mutasını yaptığını biliyordu. Ancak kendisi hacc mutası konusunda Hz. Resulullah'a karşı bir reye sahipti. Şu an için Ömer'in bu eylemine bidat demek istemiyorum.

 

O şöyle devam ediyor: Osman İbn Affan da Ömer İbn el-Hattab'ın uygulamasını devam ettirdi. Bu durum Ali İbn Ebu Talib'in onun karşısına çıkıp ‘Sana ne oluyor ki bizim Hz. Resulullah (s.a.a.) ile birlikte yaptığımız şeyi yasaklıyorsun?' demesine kadar devam etti.  ‘Lebbeyk Allahümme, hacc ve umreye niyet ettim' sözlerini halifenin yüzüne karşı söyledi. Ali (a.s.), Osman'ın Sünnetten anlamadığı bir şeyi anlamıştır.[13]

 

Soru: Seyyidim, öyleyse sahabenin içtihadı birbiriyle çatışmaktadır. Peki Allame Albanî bu konuda ne diyor? Buradaki farklı iki görüş içtihad mıdır yoksa Hz. Resulullah'ın (s.a.a.) nassına muhalefet midir? Allame Albanî bu konuyu hangi kategoride ele almaktadır? 

 

Şöyle ki bazen Hz. Resulullah'tan (s.a.a.) bir nass bulunur ve sahabe bu nassı anlama konusunda farklı içtihadlar yaparlar. Kıraatlerinin farklı oluşları gibi. Bunda herhangi bir sakınca yoktur. Bazen de Hz. Resulullah'tan (s.a.a.) aktarılan bir nass karşısında içtihad edilecek alan olmadığı halde içtihad yapılır. İşte bu nass karşısında içtihaddır. Şimdi Allame Albani'nin bu olay özelindeki değerlendirmelerine bir bakalım.

 

O şöyle diyor: Bu konuyu ilmî olarak incelememiz gerekmektedir. Ömer İbn el-Hattab temettu' haccını nehyetmiştir, Hz. Resulullah (s.a.a.) ise temettu' haccını emretmiştir. Acaba Ömer İbn el-Hattab'ı seven ve tüm meselelerde Ömerî olabilecek bir Müslümanın mevcudiyeti düşünülebilir mi? Ya bu imkânsızdır ya da diğeri? Çünkü bir Müslüman öyle meselelerle karşılaşacaktır ki o meselede doğru olan Ömer'in görüşünün aksidir ve Hz. Resulullah (s.a.a.) da onun görüşünün aksini emretmektedir.[14]

 

Bir Müslüman ya bütün meselelerde Ömer'e tabi olacak veya Resulullah'a (s.a.a.)! Allame Albanî bir Müslümanın bütün konularda Ömerî olmasının, ona tabi olmasının mümkün olmadığını açıkça belirtiyor, velev ki bir meselede dahi olsa.

 

Eğer durum bu şekildeyse geçen programda okuduğumuz “Benden sonra Ebubekir ve Ömer'e uyunuz” rivayetine gelin bu bağlamda bakalım. Temettu haccına ilişkin bu değerlendirmeler söz konusu hadisin batıllığına başka bir delildir.

 

- Çünkü iktida hadisi Hz. Resulullah'a (s.a.a.) uymamayı ve vahye muhalefeti gerektiriyor. Allah-u Teâlâ Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah'tan korkun.' (59/el-Haşr/7) ‘Bu sebeple, onun emrine aykırı davrananlar, başlarına bir belâ gelmesinden veya kendilerine çok elemli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar' (24/en-Nur/63) buyurmaktadır.

 

Şimdi genel bir kural vermek ve vaktimiz elverirse bunu açıklamak istiyorum.

 

Azizlerim, Ehl-i Beyt Okulunun dayanakları hakkında bilgisi olmayan bazıları Şia'yı Allah Resulü'nün ashabına muhalif olmakla itham ediyorlar. Ancak Allah biliyor ya durum bu şekilde değildir. Bizim muhalefet nedenimizi anlayamıyorsunuz. Bizler sahabeye mutlak olarak muhalefet etmiyoruz. Biz Hz. Resulullah'a (s.a.a.) muhalefet edenlere muhalefet ediyor, onlara karşı çıkıyoruz. Bizim ana eksenimizi Hz. Resulullah (s.a.a.) oluşturuyor. Hz. Resulullah'a (s.a.a.) karşı çıkan, O'na aykırı görüş serdeden her kim olursa olsun bizim nazarımızda hiçbir öneme haiz değildir.

 

- Bizler Ehl-i Beyt'e (a.s.) tutunmaktayız.

 

- Biz kesin bir şekilde biliyoruz ki sahabenin bir bölümü Hz. Resulullah'a (s.a.a.) muhalefet etmiştir. Hz. Ali'nin, Fatıma'nın, Hasan ve Hüseyn'in (a.s.) Hz. Resulullah'a (s.a.a.) muhalefet ettiği ve O'nun kesin bir emrine karşı geldikleri tek bir konu olsaydı aziz dostlar, kesin olarak bilin ki biz onlara da muhalefet ederdik. Ancak getireceğiniz rivayet hem Şia hem de Ehl-i Sünnet tarafından ortaklaşa kabul edilen cinsten olmalı. Eğer böyle bir şey görseydiniz kuşkusuz söylerdiniz.

 

Sürekli “Sizin sahabeyle ne alıp veremediğiniz var?” şeklinde bir soruyla karşılaşıyoruz. Biliniz ki bizim sahabeyle alıp veremediğimiz hiçbir şey yoktur. Kim Resulullah'a (s.a.a.) uyuyorsa başımız gözümüz üstünde yeri var. Bizim problemimiz bidat ihdas eden, açık nassa karşı gelen kimselerledir.

 

- Allame Albanî de "Hiç kimsenin Hz. Resulullah (s.a.a.) karşısında falancacı olması mümkün değildir" diyor.

 

- Ben açık ve net bir şekilde söylüyorum. Hz. Ali'nin (a.s.) Hz. Resulullah'ın (s.a.a.) emrine muhalefet ettiği tek bir örnek olsaydı hiç kimsenin bütün meselelerde Alevî olması ne mümkün ne de caiz olurdu. Ya bu durum olanaksızdır ya da diğeri. Tek bir böyle örneğin mevcudiyeti halinde bile bir kişinin kendini Alevî olarak tanımlaması Hz. Resulullah'a (s.a.a.) muhalefet etmek anlamına gelirdi.

 

- Yani pusula Resulullah'tır.

 

- Tam isabeti pusula Resulullah'tır. Bundan dolayı aziz dostlardan şunu bekliyorum. Televizyon kanallarına çıkıp da sahabenin adaleti çerçevesinde veya başka konular hakkında konuşanlar Resulullah'ı merkeze alsınlar. Bizler herhangi bir kimseyi küçük de görmüyoruz takdis de etmiyoruz. Allame Albanî gibi “Ele alacağımız konuyu ilmî olarak incelememiz gerekmektedir” demekteyiz. O “Ömer İbn el-Hattab temettu' haccını nehyetmiştir. Ancak Hz. Resulullah (s.a.a.) temettu' haccını emretmiştir” demektedir. Hiç kimse Albanî sahabeye sövüp hakaret ediyor, Şiî'dir diyemez.

 

- Benim bir sorum olacak. Kimileri bize şöyle itiraz etmektedirler: Eğer bu Ömer'in bir bidatıysa sahabenin cumhuru nasıl oluyor da buna muvafakat gösteriyor?

 

- Sahabenin çoğunluğu Ömer'in icraatlarına muvafakat göstermedi. Az önce Allame Albanî'nin ifadelerini okuduk. Allame Albani, Hz. Ali'nin onun karşısında durduğunu söylüyor. Sahabenin muvafakat gösterdiğini kim söylüyor? Allame Useymin İbn Abbas'ın “Ben size Resulullah (s.a.a.) şöyle şöyle buyurdu. Sizse Ebubekir ve Ömer şöyle şöyle diyorlar, diyorsunuz” sözlerini naklediyor. Bunlar Resulullah'ın (s.a.a.) sahabeleri değil midir? Niçin bu örneklere bakılmıyor? Gerçi bunlar ferdi örneklerdir, iki üç tanedir denilebilir. Ancak tarihi incelediğimizde karşımıza birçok rivayet çıkıyor. Ebu Bekir ikinci halifeyi hilafete atadığında Talha kendisine gelerek “Sen başımıza kaba birisini halife bıraktın” demiştir. Hayatın gerçeği budur. Elinde otorite, olanaklar, mal, emir ve yasaklama gücü olan kimse insanların genelinin yapamayacağı şeyi yapabilir. İşte önünüzde otoriteler, hükümetler var.

 

- Günümüzde de yabancı kuvvetlerin işlerine gelecek şekilde verilen fetvalar, İsrail ile barışla ilgili verilen fetvalar var…

 

- Tam isabet, dinî müesseseler ve sessizlikleri işte karşımızda örnek olarak duruyor. Amerika Irak'ta varlığını devam ettiriyor ve yeryüzünde fesad ve bozgunculuk yaymasına rağmen buna ses çıkarılmıyor.

 

- Önceki derslerinizdeki açıklamalarınızın bir özetini istesek sizden.

 

- Biz üç evreyi bitirdik. Başa Sekaleyn hadisine döndük. Aziz dostlar Sekaleyn hadisini dört merhalede inceleyeceğiz şeklindeki ifadelerimizi hatırlayacaklardır.

 

İlk merhale Sekaleyn hadisinin senediydi. Hadisin senedini 15 programda detaylı bir şekilde ele aldık.

 

İkinci merhalede Sekaleyn hadisinin varyantlarını ele aldık. Sekaleyn hadisinin kaç türlü metni varsa bu metinlere işaret ettik. Metinlerin bir bölümü kısa, bir bölümü orta, bir bölümü ise uzundur. Bu metinlerin barındırdığı ortak noktalar ve ibareler vardır. Bunlara da işaret ettik.

 

Üçüncü merhalede Sekaleyn hadisinin özü olarak bir sonuca, Sekaleyn hadisinde geçen Ehl-i Beyt'in beş kişi ve Ashab-ı Kisa olduğuna vardık. Sekaleyn hadisine Hz. Resulullah (s.a.a.) girmemektedir. Zira O “Ben aranızda Allah'ın Kitabını ve Ehl-i Beyt'i…” bırakıyorum diyor, öyleyse geriye dört kişi kalıyor.

 

Bir nükteye işaret etmek istiyorum. “Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor” (33/el-Ahzab/33) ayetinde geçen Ehl-i Beyt konusu çerçevesinde bir incelememiz oldu. Bu kavramın Peygamber'in hanımlarını kapsayıp kapsamadığını inceledik ve kapsamadığı sonucuna ulaştık. Azizlerim, Sekaleyn hadisinde de büyük bilginlerin açıkça dile getirmeleriyle de Sekaleyn hadisinin Peygamber'in hanımlarını kapsamadığına kesin kanaat getirdik. Yani Ahzab Suresindeki ayetin Peygamber'in hanımlarını kapsadığını kabul etsek dahi “Allah'ın Kitabı ve itretim olan Ehl-i Beyt'im' şeklindeki Sekaleyn hadisi Peygamber'in hanımlarını kapsamamaktadır. Bu noktada Ehl-i Beyt'in hanımları kapsamadığına dair bir karine bulunmaktadır. Bu noktada Allame Alusî'nin (h. 1270) ifadelerini okumak istiyorum: “Sen de biliyorsun ki Aranızda halife -başka bir rivayette Sekaleyn olarak geçmektedir- bırakıyorum; uzanan bir ip olan Allah'ın Kitabı ve itretim Ehl-i Beyt'im. Bu iki şey kıyamet günü Havuz başında bana gelinceye kadar asla birbirinden ayrılmayacaklardır' sahih hadisi mutahhar olan hanımların Sekaleyn'in iki öğesinden biri olan Ehl-i Beyt'in kapsamına girmemelerini gerektirmektedir. Sahihlerde geçtiği üzere kişinin itreti, ehl-i beytidir ve en yakın topluluğudur. Hadiste geçen Ehl-i Beyt'im sözcüğü açıktır ki ya itretin beyanıdır veya ‘bedelün minhü'dür. Yani ‘bedelün küll min küll'dür.[15]

 

Resulullah (s.a.a.) Kitabullah ve İtret hakkında bazen Sekaleyn bazen de Halifeteyn sözcüğünü kullanmaktadır. Araştırmamızın son bölümünde inşallah bu konuyu da işleyeceğiz. Allame Alusî Tathir Ayetinin Peygamberin hanımlarını kapsadığına ancak Sekaleyn hadisinin Peygamber'in hanımlarını kapsamadığına inanmaktadır. Zira itret, ehl-i beytten daha özel bir kavramdır.

 

- Yani Ehl-i Beyt kapsamlı bir şekilde tefsir edilse dahi itret bu genel anlama uygun değildir.

 

- Pasajdan anlaşıldığına göre Ehl-i Beyt kavramı ya itreti açıklamaktadır ki bu durumda itret özel ve daraltılmış bir anlama sahip olduğuna göre Ehl-i Beyt de aynı şekilde özel ve dar anlama gelmiş olur.

 

Öyleyse “Allah'ım işte şunlar benim Ehl-i Beyt'imdir” şeklindeki Kisa hadisleri olmamış olsa ve Ehl-i Beyt kavramı da genel anlama gelse dahi itretin anlamının daha dar ve özel olduğu noktasında herhangi bir kuşku bulunmamaktadır. Öyleyse Sekaleyn hadisinde geçen itret ve Ehl-i Beyt'ten murad Ali, Fatıma ve Hasaneyn'dir.

 

- Aziz izleyicilerin kısa sorularına ve telefon bağlantılarına geçelim. Kuveyt'ten veya İsveç'ten -tam duyamadım- Ebu'l-Halid hatta. Buyurun.

 

- Ebu Halid: Seyyidim İslam dini bir sentez ve karışım dini değildir. Seyyidin programlarını da en azından bir yıldır takip ediyorum. Değerli efendim çok sabırlı bir insansınız. Ancak programlarınızın odağına İbn Teymiyye'yi ve onun hatalarını almışsınız. Tespitleriniz elbette ki doğru. Bu noktada sizlere katılıyoruz. Ancak Müslümanların çoğunluğu İbn Teymiyye'nin tali bir mesele olduğunu düşünmektedirler. Siz niçin asıl meseleye hiç değinmiyorsunuz? En azından Perşembe günü musibetine bir değinseniz. Bizler sizin kabukla uğraştığınızı düşünüyoruz. Bir türlü öze inmiyorsunuz.

 

- Suudi Arabistan'dan Malikî kardeş hatta, buyurun.

 

- Malikî: Selamun aleyküm. Eğer Seyyidin müsadesi varsa bidat konusu çerçevesinde bir soru sormak istiyorum. Her bidat dalalettir ve her dalalet de ateştedir. Seyyid'in İbn Useymin'den ve Albanî'den aktardığı ifadeler çerçevesinde soruma cevap istiyorum. Seyyidim Şiî kardeşlerimiz taşa secde etmeyi nereye koyuyorlar ve neye dayandırıyorlar?

 

- Kardeş edep dolu bir şahıs. Azizime bir soru sormak istiyorum. Azizim, bizler taşa ibadet ediyorsak sizler de seccadelere ibadet ediyorsunuz. Bir şey üzerine secde etmek o şeye ibadet etmek ise sizler neyin üzerine secde ediyorsunuz? Eğer seccadelerin üzerine secde ediyorsanız o zaman sizler de seccadelere ibadet ediyorsunuz demektir. Dostum, sizin aranızda bayağı akıllı ve olgun kimseler var. Bir şeyin üzerine secde etmekle bir şeye secde etmenin aynı şeyler olmadığını bilenler vardır. Azizim luğata başvuralım. Acaba “alâ” harf-i cerri “lam” harf-i cerri anlamında mıdır yoksa başka bir anlama mı gelmektedir? Bizler “lillâhi/Allah için” secde ederiz. Ama bu secdemizi yerin “üstüne” (alâ) gerçekleştiririz. Yerin üstüne secde etmemizin gerekçesi ise Hz. Resul-u Azam'ın (s.a.a.) "Yeryüzü bana mescid ve temizleyici kılındı" şeklindeki nebevî buyruğudur.

 

- Bunun fıkhî bir delili var mıdır?

 

- İlk olarak bir şeyin üstüne secde etmek o şeye secde etmek anlamına gelmemektedir. Aksi takdirde bu durumda siz de seccadelere ibadet ediyorsunuz gibi bir sonuca kendinizi mahkûm etmiş olursunuz.

 

Bizler Allah'a secde ederiz, ancak bu secdeyi toprak üzerinde gerçekleştiririz. Babacığım! Ben (rüyamda) on bir yıldızla güneşi ve ayı gördüm; onları bana secde ederlerken gördüm. (reeytuhum li sâcidîn)” (12/Yusuf/4)

 

İsveç'ten Ebu Halid kardeşin sorusunu da cevaplandıralım. Kardeş bize niçin birincil ve öncelikli konuları terk edip ikincil konuları ele aldığımızı soruyordu. Azizim, sanıldığı gibi Şeyh İbn Teymiyye kabuk değildir. Şeyh İbn Teymiyye, Ümeyye oğullarının tesis ettiği kültürün üzerine geniş bir düşünsel ve inançsal manzume tesis edebilmeyi başarmış bir kimsedir. O bunu eserleriyle ve düşünceleriyle ortaya koyabilmiştir. Asıl olan Ümeyye oğullarıdır. Bizler Emevî din anlayışını ele alan 43 program yaptık.  Bu konuda hem derslerimiz hem de ayrı bir eserimiz bulunmaktadır.

 

Teşekkür ediyoruz Seyyid Kemal Haydari Bey, sizlere de teşekkürlerimizi sunuyoruz aziz izleyiciler, Allah'a emanet olun. Es-selamu aleykum ve rahmetullahi ve berekâtuh. 

  

    

 

 



[1] Bu kural kabul gören genel bir yaklaşımın yanlışlığını ortaya koyan cüzî bir veya birkaç olayın mevcudiyeti anlamına gelmektedir. 

[2] El-Camiü's-Sahihi'l-Buharî, c. 4, s. 563, Kitabü'r-Rikak, 53. Bab, Hadis No: 6585 Tahkik: Şuayb el-Arnavut ve Adil Mürşid.

[3] Age, agy, Hadis No: 6586

[4] Muhammed Nasırüddin Albanî, Sahihü Süneni'n-Neseî, c. 1, s. 512, Hadis No: 1577, el-Mektebetü'l-Mearif.

[5] Şeyhü'l-İslam b. Teymiyye, İktizaü's-Sırati'l-Mustekım li-Muhalefeti Ashabi'l-Cehim, c. 2, s. 88, Tahkik: Dr. Nasır Abdülkerim, Darü'l-Asıma

[6] Allame Abdülaziz b. Abdullah İbn Abdürrahman İbn Baz, Mecmuu Fetava ve Mekalatün Mütenevvietün, c. 4, s. 339, Derleme ve Edit: Muhammed İbn Said eş-Şuveyir.

[7] Şeyh Muhammed Salih el-Useymin, Mecmuu Fetava ve Resail Fazileti'ş-Şeyh Muhammed Salih el-Useymin, Fetava'l-Fıkıh es-Sıyam c. 5, s. 248, Derleyen ve düzenleyen: Fehd İbn Nasır es-Süleyman, Darü's-Süreyya,

[8] Age, s. 249.

[9] Age, agy.

[10] İbn Teymiyye, Der'ü Tearüzi'l-Akli ve'n-Nakli ev Muvafakati Sahihi'l-Menkuli li-Sarihi'l-Makul, c. 1, s. 249 Tahkik: Dr. Muhammed Reşad Salim

[11] Mecmuu Fetava ve Resail, c. 5, s. 249

[12] Fetava'ş-Şeyh el-Allame Muhammed Nasırüddin Albanî fi'l-Medineti ve'l-İmarat, s. 126, Derleyen Ömer Abdülmünim Selim

[13] Age, agy.

[14] Age, s.127

[15] Ebu's Sena Şihabuddin Mahmud el Alusî, Ruhu'l Meani fi Tefsiri'l Kur'ani'l Azim ve's-Sebi'l-Mesani, c. 21, s. 305,  Tahkik Mahir Habuş, Müessetü'r-Risale, 1. Basım, 1431

 

 

 

Çev: Cevher Caduk

 

 

www.medyasafak.net