Ayetullah Kemal Haydari'den Sekaleyn Hadisi Dersleri (53)

Ayetullah Kemal Haydari'den Sekaleyn Hadisi Dersleri (53)
Bundan sonra başka bir grubu getirirler. Ben onları da tanırım. Benimle onlar arasında bir adam çıkarak ‘Gelin’ diye seslenir. Ben ‘Nereye?’ diye sorarım. Adam ‘Allah’a yemin olsun ki cehenneme’ der. Ben ‘Bunlar ne yapmışlar?’ diye sorarım. O şöyle cevap verir ‘Bunlar senden sonra gerisin geriye, eski hallerine döndüler.’ Rivayetteki ‘onlar arasından bir adam’ ifadesiyle bizim açık hadislerimize göre Hz. Ali b. Ebu Talib'e işaret edilmektedir. Önceki programlarda onların nasslarla oynadıklarını gösteren nice örnekleri inceledik.

 

- Rahman Rahim Allah'ın Adıyla ve O'nun yardımıyla, salât ve selam Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a.), tertemiz Âl'ine olsun. Bu program ile önceki program arasına uzun bir mesafe girdi. Efendim, bugün sizden bir özet sunmanızı istesek, ekleyeceğiniz şeyler varsa onları da talep etsek ve konumuza sonra devam etsek nasıl olur?

     

- Kovulmuş şeytandan her şeyi işiten ve bilen Allah'a sığınır, Rahman Rahim olan Adıyla ve O'nun yardımıyla programımıza başlarım. Salât ve selam Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a.) ve tertemiz Âl'ine olsun.

 

Geçen programımızı Kur'anî ayetlerin anlaşılması noktasındaki önemli ve temel bir kuralı ortaya koyarak sonlandırmıştık. Şöyle ki; bir konuyla ilgili bir ayet var ve bu ayete ilişkin de Hz. Peygamber'den (s.a.a.) bir açıklama mevcut ise lügate veya örfe başvurmanın geçerliliği kalmıyor. Daha açık bir ifadeyle söyleyecek olursak, biz bir ayeti anlamak istiyorsak ve bu ayetin anlaşılması çerçevesinde de Hz. Peygamber'den (s.a.a.) gelen açık bir beyan ve muteber bir delil söz konusu ise artık ne lügate, ne örfe, ne de başka bir şeye başvurabiliriz. Zira Kur'an-ı Kerim açık ve net bir şekilde ‘İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için' (16/en-Nahl/44) buyurmaktadır. Hz. Peygamber'e (s.a.a.) yüklenen ilk ve öncelikli görev dinî maarifi açıklamaktır. Kur'an-ı Kerim bununla da yetinmeyerek bize şunu emretmektedir: ‘Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının.' (59/el-Haşir/7) Daha sonra da bu aslî emrin delilini açıklamak üzere şöyle buyurmaktadır: ‘O, arzusuna göre konuşmaz. O (bildirdikleri) vahiyden başka bir şey değildir.' (53/en-Necm/3-4) Yani ‘Niçin Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) bize getirdiği öğretileri almak ve onlara tutunmakla yükümlüyüz?' şeklinde yöneltilecek itirazımsı bir sorunun cevabı bu ayetlerdir. Nebevî beyanın önceki programlarda açıkladığımız üzere çeşitli yönleri bulunmaktadır. Bu açıklama bazen fiilî, bazen de lâfzî-kavlî (sözlü) olur. Ele aldığımız tathir ayetinde ise Hz. Peygamber'in (s.a.a.) ayeti hem fiilî hem de sözlü olarak açıkladığını görmekteyiz. Şöyle ki kavramı fiilen beş kişiye, yani Hz. Resûlullah (s.a.a.), Hz. Ali (a.s) Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyn'e (a.s.) tatbik ettiğini görüyoruz. Bu açıklama türü fiilîdir. Sözsel olarak da ‘Allah'ım işte bunlar benim Ehl-i Beyt'imdir' diye buyurmuştur.

 

Peki, “Bu beş kişi Ehl-i Beyt'in hepsi değil de bir bölümüyse, yani hanımları da Ehl-i Beyt'ten ise ne olacak?” şeklinde bir itiraz gelebilir.

 

Şu cümleyi kullanmaktan hayâ ediyorum ama herhalde Hz. Resûlullah (s.a.a.) “Allahümme haulai min Ehl-i Beyti/Allah'ım işte bunlar benim Ehl-i Beyt'imdendir” cümlesini kuracak kadar Arapça biliyordu! Yani bu beş kişi “Ehl-i Beyt'in bir bölümüdür” şeklindeki görüş aslında Hz. Peygamber'in Arapçayı tam bilmediğini söylemek olur.

 

Azizlerim ifadelere ve eylemlere dikkat ediniz! Kisa ashabını abasının altına alıp hanımlarını dışarıda bırakması, üstelik de ayet Ümmü Seleme'nin -yani eşlerinden birinin- evinde nazil olduğu halde, ifadenin özgülüğe delaletini göstermektedir. Hâlbuki normal şartlar altında kavramın hanımlarını da kapsaması gerekirdi. Eğer ayet Hz. Ali'nin (a.s.) evinde nazil olmuş olsaydı biz hanımları yanında olmadığından onları örtünün altına alamamıştır derdik hiç şüphesiz. Ancak ayet Ümm-ü Seleme'nin evinde nazil olduğu halde onu almamıştır. Beri taraftan Âişe de ‘Resûlullah (s.a.a.) onları örtünün altına aldı ve Allah'ım işte şunlar benim Ehl-i Beyt'imdir, dedi' diyor açıkça.

 

Bu açıklamalar tathir ayetiyle ilgilidir.

 

Hz. Resûlullah (s.a.a.) mübahele ayeti çerçevesinde de benzer bir uygulamaya gitmiş ve aynı ifadeleri kullanmıştır. Yani ayette geçen oğullar, hanımlar ve enfüs/kendimiz ilahî lafızlarını Resûlullah (s.a.a.) bunlara uyarlamış ve bunların dışında hiç kimseyi kastetmemiştir.

 

Ehl-i Beyt kavramını lügat, örf, kullanım ve fıkıh açısından ele alıp incelediğimizde hiç kuşkusuz ifadenin bu beş kişiden daha geniş bir anlama ve kullanıma sahip olduğunu görürüz. Ancak Resûlullah (s.a.a.) ‘Ehl-i Beyt'ten murad bunlardır', diyor.

 

- Mübahele ayeti çerçevesinde.

 

- Ayette geçen kadınlarımız, oğullarımız ve kendimiz ifadeleri de esasta Hz. Resûlullah (s.a.a.) tarafından belirlenen anlamdan çok daha geniş bir karşılığa sahiptir. Ancak Resûlullah (s.a.a.) bu sözcükleri de Hz. Ali, Fatıma ve Hasaneyn'e özgü kılmıştır.

 

Öyleyse Kur'an-ı Kerim'in anlaşılmasında terim ve uyarlama konusu oldukça önemlidir. Hz. Resûlullah (s.a.a.) tarafından yapılmış herhangi bir açıklama yoksa ayetin anlaşılması için diğer vesilelere başvururuz. Azizlerim bu durumun mübahele ayeti için de geçerli olduğunu biliniz. Allame Hâkim en-Nişaburî'nin Marifetu Ulumi'l-Hadis ve Kemiyeti Ecnasihi adlı eserinde geçen şu ifadeleri aziz dostlar hatırlayacaklardır. O şöyle der: Tefsirlerde Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) Mübahele gününde Ali, Hasan ve Hüseyn'in (a.s.) ellerinden tutup Fatıma'yı da onların arkasına alarak getirip ‘İşte bunlar bizim oğullarımız, hanımlarımız ve nefislerimizdir' demesine ilişkin Abdullah İbn Abbas'tan ve diğerlerinden aktarılan haberler mütevatirdir.[1]

 

Hâlbuki lügat ve örf, hanımlar ve oğullar sözcüğünün kullanımının bu anlamdan daha geniş olmasını gerektirmektedir.

 

- Kadınlar sözcüğünün tek bir kişiye uyarlanması oldukça ilginç.

 

- Bu ayrıntılı bir başka konudur.

 

‘Seyyidim Ehl-i Sünnet ulemasından bunu kabul edenler var mıdır?' diye bir soru gelebilir. Yani işaret ettiğiniz ve uyguladığınız kaideyi kabul eden var mıdır?

 

Ben bu gece Şeyh İbn Teymiyye'nin bu kaidenin uygulanması hakkındaki açıklamalarını aktarmak istiyorum.

  

Önceki programlarımızda da anlaşıldığı üzere Ehl-i Beyt'in faziletleri hususuna sürekli itiraz eden İbn Teymiyye'nin bu konu çerçevesindeki sözlerine yer vereceğim.

 

O, Mecmuu'l-Fetava adlı eserinde şöyle demektedir:

 

Kur'an'ın ve hadisin bilinmesi gereken kurallarından biri de şudur: Kur'an ve hadise dair Peygamber'den bir açıklama bulunuyor ise artık lügat ehlinin açıklamaları kanıt olarak kullanılamaz. Eğer bir ayetin tefsiri ve ayetten muradın ne olduğu Hz. Peygamber'den (s.a.a) gelen açıklamalar kanalıyla biliniyorsa ne lügat bilginlerinin ne de başkalarının görüşlerine ihtiyaç vardır.[2]

 

- Yani nass karşısında içtihad edilemez.

 

- Tam isabet. Yani bu, Allah-u Teâlâ'nın hakkında Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah'tan korkun.' (59/el-Haşr/7) buyurduğu kişinin ifadesidir.

 

Pasajın devamında şöyle diyor: Bundan dolayı fakihler şöyle demişlerdir: İsimler üç kısımdır. Bir bölümü sınırları şeriatla bilinebilen namaz ve zekât gibi, bazısı lügatle bilinebilen güneş ve ay gibidir ve bir bölümü de sadece örfle anlaşılabilir, mesela “kabz” ve “maruf” kelimeleri gibi: ‘ve aşiruhunne bi'l-marufi/onlara maruf ile muamele edin.'[3]

 

Yani bu görüşün sadece kendisine ait olmadığını, İslam hukukçularının da aynı fikre sahip olduğunu bildiriyor. Allah aşkına namaz, zekât ve hac sözcüklerinin anlamlarını öğrenmek için lügate ve örfe mi başvuruyoruz yoksa Şari'nin beyanına mı? Ehl-i Beyt sözcüğünde de aynı durum söz konusudur. Bu kavramdan kimlerin kastedildiği noktasında Hz. Resûlullah (s.a.a.) herhangi bir açıklamada bulunmamışsa işte o zaman lügate, örfe, fıkıh bilginlerine veya başkalarına müracaat edilir. İlk kısımdaki kelime grubu şeriatın belirlemesiyle bilinir ve anlaşılır.

 

‘Peki İbn Teymiyye bu kuralı tathir ayetine tatbik etmiş mi?' diye bir soru gelebilir.

 

Bakınız Şeyhü'l-İslam İbn Teymiyye ne diyor? ‘Bazıları, niçin şahısları isimleriyle anıyorsun? O Şeyhü'l-İslam değildir' diyebilir, sizin bana yönelttiğiniz eleştiri gibi. O, ‘Şeyhü'l-İslami'l-Emevi'dir. Diyalog ve ilmî araştırma ahlakı nedeniyle şahısları isimleriyle anıyoruz. Bundan dolayı kimse bize ‘Seyyid Haydarî, Muhyiddin İbn Arabî'yi Şeyhü'l-Ekber olarak anıyor' tarzında bir itirazda bulunmasın. Bu isim kendisine verilmiştir. İster bu ismi kabul edersin ister etmezsin sonuçta bu isim kendisine verilmiştir. Bu ayrı bir konu.

 

Şeyhü'l-İslam İbn Teymiyye'nin Camiü'l-Mesail adlı eserine bir bakalım. O bu eserinde şöyle diyor: İmam Ahmed, Tirmizî ve diğerleri Ümm-ü Seleme'den şöyle rivayet etmişlerdir: Bu ayet -tathir ayeti- nazil olunca Hz. Peygamber (s.a.a.) örtüsünü Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin'in (a.s.) üstüne örterek şöyle buyurdu: ‘Allah'ım, işte şunlar benim Ehl-i Beyt'imdir. Onlardan ricsi gider ve onları tertemiz kıl.'[4]

 

Bazıları da ‘Şu Şiiler bu kısım ayetin bir bölümü olduğu halde ayetin tamamıymış gibi onu tathir ayeti olarak isimlendiriyorlar. İşte bakınız ayeti nasıl da tahrif ediyorlar' diyerek bize itiraz bayraklarını yükseltmeye çalışıyorlar. Bakınız İbn Teymiyye'nin kendisi de ayetin bu bölümünü genelleştirerek kullanıyor ve bu ayet nazil olduğunda diyor.

 

- Ayet mevcut ve hadis de ayeti pekiştiriyor.

 

- Evet, fiilî ve kavlî olarak. Kurala dikkat ediniz. O pasajın devamında şöyle diyor: O'nun sünneti Allah'ın Kitabı'nın tefsiri ve tebyinidir. Yani sünnet Kitab'a delalet eder ve onu açıklar. Ayetin siyakı hitabın Peygamber hanımlarına yönelik olduğunu gösterdiği halde Hz. Resûlullah (s.a.a.) ‘İşte şunlar benim Ehl-i Beyt'imdir' buyurmuştur.[5]

 

Yani Hz. Peygamber'in sözü ve fiili, tathir ayetinde geçen Ehl-i Beyt kavramından muradın kimler olduğunu açıklıyor. Allah aşkına artık daha fazlasına ihtiyaç kalıyor mu? Ayetin bu bölümü siyaka aykırıdır. Sünnet de ayetin bu bölümünü böyle açıkladığına göre bizim elimizden artık bir şey gelmez.

 

- Öyleyse ayetin anlaşılması noktasında siyakı delil olarak ileri sürenler İbn Teymiyye'ye cevap versinler.

 

- Bu konu son derece önemlidir. Zira o önce kaideyi ortaya koyuyor, ardından kaideyi uygulamaya çalışıyor. Fakat rivayet, ayeti özgüleştiriyor, hasrediyor (sınırlandırıyor). Bu bölümü ele alıp incelemem ve üzerinde durmam gerekiyor. Bu problemden nasıl kurtulmaya çalıştığını ve sözü ne şekilde evirip çevirdiğini görebilmemiz için bu konuyu incelemem gerekiyor. Yani o bir çıkmazla karşı karşıya. Bir taraftan ayetin Hz. Peygamber'in hanımlarını kapsadığını ortaya koyması gerekirken, diğer taraftan da Allah Resulü'nün ayeti özgüleştirdiğini belirten hadisi ve fiilî sünneti aktarıyor.

 

O bu cümleyi aktardıktan sonra şöyle diyor: Ayet kapsamanın aslını değil kapsamanın kemâlini olumsuzluyor. Yani mealen şöyle demeye çalışıyor: Ehl-i Beyt'in iki derecesi vardır. İlki kemâl derecesi -ki bu derece Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyn'e aittir- ikincisi de kemâl derecesinin altındaki mertebedir. Bu da hanımlarına aittir. Ancak zavallı aslında daha büyük bir problemin içine düşmektedir. Bu durumda Hz. Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyn'in Âişe, Ümm-ü Seleme ve diğerlerinden daha faziletli olduğunu kabul etmek zorunda kalıyor. O sözünün nereye vardığının farkında değil.

 

O şöyle demektedir: Ayetin siyakı hitabın Peygamber hanımlarına yönelik olduğunu gösterdiği halde Hz. Resûlullah (s.a.a.) ‘İşte şunlar benim Ehl-i Beyt'imdir' buyurmuştur. Biz biliyoruz ki Kur'an'ın delaleti hanımların Ehl-i Beyt'ten olduğunu gösteriyor. Bu dört kişi O'nun Ehl-i Beyt'inden olmayı daha çok hak etmektedir. Çünkü nesep bağı sıhriyet bağından daha kuvvetlidir. Araplar, bu tür bir beyanı hükmün aslının ihtisası için değil kemalin ihtisası için kullanmaktadırlar.[6]

 

Aslında siyak konusu çerçevesinde söyleyeceğimiz çok şey bulunmaktadır. Ancak şimdiki konumuz siyak değildir. Yani Allah Resulü (s.a.a.) ‘Allah'ım, işte şunlar benim Ehl-i Beyt'imdir' buyurduğuna göre bunlar hanımlarından daha kâmil olmalıdırlar.

 

Eserin ilerleyen sayfalarında şöyle diyor: Allah-u Teâlâ O'nun Ehl-i Beyt'inden ricsi giderip tertemiz etmeyi dilediğini açıklayınca Hz. Peygamber (s.a.a.) Ehl-i Beyt'inin en yakınlarına ve kendisi için en özel olanlara -ki bunlar Ali, Fatıma, cennet gençlerinin iki efendisiydi-  dua etti. Allah-u Teâlâ bu dördünün tahir oluşuna hükmetti. Hz. Peygamber'in duasının kemâliyle onlar hakkında bu hükmü verdi. Bu, ricsin Ehl-i Beytt'en giderilişi ve onların Allah-u Teâlâ katından gelen bir nimetle temizlenmeleri onların nimete gark olmaları içindir. Allah katından gelen bu rahmet ve fazilete hiçbir şey denk gelemez…[7]

 

Pasajdan anlaşıldığına göre bu en yüce özgülük Âişe, Ümm-ü Seleme vb hanımlarına ait değildir. Yani hanımlar Peygamber'in (s.a.a.) duasının kapsamına girmemektedir.

 

Öyleyse bu açıklamalar ışığında ilk olarak Şeyh İbn Teymiyye'nin bu özgülüğün -velev ki bu özgülük kemalî bir özgülük olmuş olsun önemli değil- beş kişiye ait olduğunu kabul ettiğini anlıyoruz. Sonuç olarak kisa hadisinin bu beş kişinin ihtisasına işaret ettiğini itiraf ediyor. Bu açıklamaları şundan dolayı yapıyorum. Bazı yeni yetmeler televizyon kanallarına çıkıp şöyle diyorlar: Hz. Peygamber'in (s.a.a.) bunları örtü altına alması şöyle bir endişeden kaynaklanıyordu. Eğer O bu davranışta bulunmasaydı ilerde bazıları bunlar Ehl-i Beyt'ten değil diyebilirlerdi. Hazret bu endişeyi bertaraf etmek için bu davranışta bulunmuştur. Yani bunların sözlerine göre Ehl-i Beyt kavramı aslen Peygamber'in hanımlarıyla ilgilidir. İşte Peygamber (s.a.a.) onları da hanımlarıyla birlikte Ehl-i Beyt kavramının kapsamına katmak istemiştir. Hâlbuki İbn Teymiyye'den alıntıladığımız pasajdan asıl olanın bu dört veya beş kişi olduğu anlaşılıyor.

 

- Seyyidim önceki programda işaret ettiğiniz önemli bir husus vardı; Ehl-i Beyt nesepsel (soyla ilgili) bir konu değildir, aksine kemâli ilgilendiren bir konudur şeklinde.

 

- Belirtmek istediğimiz ve bu akşam eklemek istediğimiz husus şudur: Hz. Peygamber'in (s.a.a.) açıklamaları her şeyin üstündedir ve hâkim konumdadır. O'nun açıklamalarının ve fiillerinin karşısında görüş belirtme olanağı bulunmamaktadır. Ehl-i Beyt kavramı ister sözlüksel, ister örfî isterse de fıkhî anlama sahip olsun bu durum değişmez. Önemli olan O'nun (s.a.a.) tathir ayetinde geçen Ehl-i Beyt kavramına özel ve daraltıcı bir anlam vermesi ve bazı kişilere özgü kılmasıdır. Açık olduğu üzere bu sınırlamaya kimse ortak değildir. Şeyh İbn Teymiyye'nin dediği gibi kemalî ihtisasa gelince bu da zaten kaidenin aslıdır ve uygulamasıdır.

 

- Şöyle bir itiraz gelebilir: Ehl-i Beyt terimi diğer bazı ayetlerde Peygamber'in hanımlarını da kapsamaktayken neden bu ayette onlar dışta bırakılıyor?

 

- Güzel ve mantıklı bir soru. Kur'anî ayetlerin anlaşılması noktasında sağlam bir temel üzere bina edilmiş bir soru. Kur'an birbirini tefsir eden bir yapıdadır. Biz herhangi bir ayeti, terimi ya da sözcüğü ele aldığımızda Kur'an'ın kendisinin bunları tefsir ettiğini gördüğümüzde başka bir yere başvurmayız.

 

Şöyle denilebilir: Hud Suresinin 73. ayetine baktığımızda Allah-u Teâlâ'nın şöyle buyurduğunu görüyoruz: ‘Ellerini yemeğe uzatmadıklarını görünce, onları yadırgadı ve onlardan dolayı içine bir korku düştü. Dediler ki: Korkma! (biz melekleriz). Lût kavmine gönderildik. O esnada hanımı ayakta idi ve (bu sözleri duyunca) güldü. Ona da İshak'ı, İshak'ın ardından da Ya'kub'u müjdeledik. (İbrahim'in karısı:) Olacak şey değil! Ben bir yaşlı kadın, bu kocam da bir ihtiyar iken çocuk mu doğuracağım? Bu gerçekten şaşılacak bir şey! Dedi. (Melekler) dediler ki: Allah'ın emrine şaşıyor musun? Ey ev halkı! Allah'ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizdedir. / …rahmetullahi ve berekatuhu ehle'l-beyti innehu hamidun mecid.' (12/Hud/70-3)

 

Öyleyse Ehl-i Beyt ifadesiyle hanımlar da kastedilmektedir. Durum bu şekildedir.

 

El-cevap; konuyu uzatmanın lüzumu yok. Tek bir cümlede cevap vermeye çalışacağız. Allah aşkına Allah'ın Resulü, tathir ayetiyle ilgili bir açıklamada bulunmamış olsaydı hiç kuşkusuz biz tathir ayeti Peygamber'in hanımlarını da kapsamaktadır derdik. Bizi engelleyen şey Peygamber'in (s.a.a.) sözlü ve fiilî sünneti ve hadisidir. Yoksa dediğiniz doğrudur. Bizler defalarca şunu belirttik ve vurguladık ki Kur'an-ı Kerim Ehl-i Beyt ifadesini hanımları da kapsayacak bir şekilde kullanmaktadır. Ancak tathir ayetinde tamamen farklı bir durum söz konusudur. Ayetin özgülük (hasr, sınırlama) ifade ettiğini bildiren mütevatir rivayetler okuduk. Hz. Peygamber'in (s.a.a.) açıklamaları ve bugün İbn Teymiyye'den okuduğumuz pasaj tathir ayetinin farklı bir konumunun olduğunu göstermektedir. Bu konunun ilk boyutudur.

 

İkinci olarak; değerli izleyiciler kalan sürede bana izin verirlerse inşallah konuyu bitirmeye çalışacağım. Zira artık diğer konulara geçmem gerekiyor. Azizlerim bize ‘İnnema yuridullahu li-yüzhibe ankümü'r-ricse ve yutahhirakum tathira / ‘Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor' buyruğunda geçen Ehl-i Beyt ifadesinin Hud Suresinde geçen ayet tarafından tefsir edildiğini söylemek istiyorsanız -ki bu ayet hanımın da ehl-i beytten olduğunu gösteriyor- Tevbe Suresinin 40. ayeti çerçevesinde size yönelteceğimiz soruya cevap veriniz. ‘Eğer siz ona (Resûlullah'a) yardım etmezseniz (bu önemli değil); ona Allah yardım etmiştir: Hani, kâfirler onu, iki kişiden biri olarak çıkarmışlardı; hani onlar mağaradaydı; o, arkadaşına üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir, diyordu.' (9/et-Tevbe/40)

 

Soru: Bu ayetle kimin kastedildiğini şu an için göz ardı edelim, bu ayrı bir konudur. İlk halifenin veya başka birisinin kastedilmiş olmasını şu an devre dışı bırakalım. Önemli olan şudur ki büyük Müslüman bilginlerin bazıları, bu sözü söyleyen ikinci şahsın -ki onların kabullerine göre bu şahıs ilk halifedir- Kur'an tarafından Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) dostu olarak nitelendirildiğini dile getirmektedirler. Bu arkadaşlık öyle bir menkıbe ve fazilettir ki hiçbir erdem buna eşdeğer değildir, Kur'an bu şahıs hakkında Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) sahibi/dostu ifadesini kullanıyor, diyorlar.

 

Kur'an-ı Kerim'de “sahib” sözcüğünün anlamı nedir? Hiç kimsenin kendi dayanakları ve inançlarını temel alarak Kur'an'ı yorumlama hakkı yoktur. Onlar diyorlar ki Ehl-i Beyt ifadesini rivayetleri ölçü alarak tefsir etmeyin, Kur'an'a başvurun. Geliniz biz de bu konu çerçevesinde Kur'an'a başvuralım. Kur'an “sahib” kelimesiyle neyi, hangi anlamı murad ediyor? Bu soruyu sorma hakkımız vardır sanırım. Sizin “sahib” veya “sahabi” sözcüğünü hiçbir hususiyetin yaklaşamadığı özel bir hususiyeti ve yüklediğiniz övgü dolu anlamı temel alarak tefsir etme hakkınız bulunmamaktadır. Sizler ayeti Kur'anî ayetlerin ışığında tefsir etmelisiniz. Zira Kur'an'ın bir bölümü diğer bölümünü tefsir eder.

 

Bu gece programı fazla uzatmayayım. ‘Bu, Rabbimin bana öğrettiklerindendir. Şüphesiz ben Allah'a kâfir olan bir kavmin dininden uzaklaştım. Onlar ahireti inkâr edenlerin kendileridir. Atalarım İbrahim, İshak ve Ya'kub'un dinine uydum. Allah'a herhangi bir şeyi ortak koşmamız bize yaraşmaz. Bu, Allah'ın bize ve insanlara olan lütfundandır. Fakat insanların çoğu şükretmezler. Ey zindan arkadaşlarım! Çeşitli tanrılar mı daha iyi, yoksa gücüne karşı durulamaz olan bir tek Allah mı?' (12/Yusuf/37-9)

 

Ayetlerden öyle anlaşılıyor ki Hz. Yusuf (a.s.) zindanda müşriklerle diyalog halindedir. Yani O'nun çevresindeki insanlar iman etmeyen kimseler ve müşriklerdir. Ayetlerin son bölümünde Hz. Yusuf (a.s.) ‘ya sahibeyi's-sicni/ey zindan arkadaşlarım' ifadesini kullanmaktadır.

 

- Kur'an-ı Kerim müşrikler hakkında sohbet kelimesini kullanmaktadır.

 

- Öyleyse Kur'an-ı Kerim sahib veya sohbet kavramını kullandığında övgü dolu terimsel anlamıyla mı yoksa lugavî (sözlüksel) anlamda mı kullanmaktadır?

 

- Bunlar da Peygamber'e arkadaşlık yapmışlardır.

 

- ‘Ya sahibeyi's-sicni / ey zindan arkadaşlarım…' Kimse bana ‘Seyyidim birinci halifeyi zan altında bırakmak istiyorsun. Sen onun müşrik ve kâfir olduğunu mu söylemek istiyorsun?' diye itiraz etmesin. Bizim kastımız kesinlikle bu değildir. Konumuz “sahib” sözcüğünün övgü anlamında kullanılmasının zorunlu olmadığının belirtilmesidir. Zira bu sözcük bazen yergi için de kullanılabilmektedir, Kur'an'da bu anlamıyla da geçmektedir.

 

Şu ayete bakalım ‘(Böyle gurur ve kibirle) kendisine zulmederek bağına girdi. Şöyle dedi: "Bunun, hiçbir zaman yok olacağını sanmam. Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Şayet Rabbimin huzuruna götürülürsem, hiç şüphem yok ki, (orada) bundan daha hayırlı bir akıbet bulurum." Karşılıklı konuşan arkadaşı ona hitaben (kale lehu sahibuhu): "Sen, dedi, seni topraktan, sonra nutfeden yaratan, daha sonra seni bir adam biçimine sokan Allah'ı inkâr mı ettin?' (18/el-Kehf/35-7)

 

Görüldüğü üzere ayette sahib sözcüğü kâfir için kullanılmıştır.

 

Üçüncü ayet: ‘(Resûlüm! Onlara) de ki: Size bir tek öğüt vereceğim: Allah için ikişer ikişer ve teker teker ayağa kalkın, sonra da düşünün!  Arkadaşınızda (peygamberde) hiçbir delilik yoktur (ma bi sahibiküm min cinnetin)! O ancak şiddetli bir azap gelip çatmadan evvel sizi uyaran bir peygamberdir.' (34/Sebe/46)

 

Ayet Hz. Resûlullah'ı (s.a.a.) müşriklerin arkadaşı olarak tanımlıyor.

 

- Ki o müşrikler O'nu delilikle itham etmişlerdi.

 

- Necm Suresinde de sahib sözcüğü kullanılmaktadır. ‘Battığı zaman yıldıza and olsun ki arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve bâtıla inanmadı.' (53/en-Necm/1-2)

 

Şeyh İbn Teymiyye el-Furkan beyne Evliyai'r-Rahman ve Evliyai'ş-Şeytan adlı eserinde şöyle diyor: ‘Arkadaşınızda (peygamberde) hiçbir delilik yoktur' yani dostunuz Allah-u Teâlâ'nın size bir lûtfudur, zira size kendi türünüzden, sizinle arkadaşlık edebilecek bir elçi göndermiştir. Çünkü sizler melekleri görme takatine sahip değilsiniz.[8]

 

Görüldüğü gibi o da ayette geçen sohbet sözcüğünü musahebet anlamında, yani sözlük manasıyla ele almıştır. Bu anlamın, adalet ve yüce bir makamı ifade eden ve bu özelliğe sahip olanların cennetlik olduğu terimsel manayla bir bağı bulunmamaktadır.

 

Bir diğer kaynak İbn Kayyım el-Cevziyye'nin et-Tibyan fi Eymani'l-Kur'an adlı eseridir. O, bu eserinde şöyle demektedir: Allah-u Teâlâ'nın ‘Arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve bâtıla inanmadı.' sözünün üzerinde düşünmek gerekmektedir. Allah-u Teâlâ Hz. Peygamber'in onların dostu olduğunu belirterek ve onlara karşı konulan kanıtı pekiştirmek amacıyla ‘Muhammedun' ifadesi yerine ‘dostunuz/sahibukum' kelimesini kullanmıştır.[9]

 

Sahib/dost/arkadaş ifadesi bütünüyle iki farklı kişi hakkında kullanılıyor. Biri muvahhid diğeri ise müşrik. Öyleyse Kur'an-ı Kerim'e müracaat ettiğimizde görülüyor ki sözcüğe lugavî karşılığının dışında başka bir mana ve kıymet verilmemiştir.

 

Seyyidim koyduğun kaideyi ne de çabuk unuttun. Sen rivayetlere başvuruyordun, Kur'an ayetlerine değil, denilebilir.

 

Ben derim ki; Allah aşkına geliniz bir de rivayetlere bakalım. Sohbet sözcüğü Hz. Peygamber'in (s.a.a.) buyruklarında övgü anlamlı olarak mı geçmektedir yoksa farklı bir kullanıma mı sahiptir?

 

- Seyyidim tutundukları kaideyi iptal ettiler. Zira sohbet sözcüğünün Kur'anî kullanımında hiçbir övgü ve hususiyet söz konusu değildir.

 

- Yani sahib müşrik de olabilir muvahhid de.

 

Öyleyse ‘o, arkadaşına, üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir, diyordu.' İlahi buyruğunda hiçbir fazilet söz konusu değildir. Seyyidim ‘ayet-i kerimenin diğer ifadeleri bir fazileti gösteriyor' şeklinde bir itiraz da gelebilir. Bu ayrı bir konudur ve inşallah bunu da ilerde işleriz.

 

Ben bu kavramı ele alıyorum. Hiç kimse bize Kur'an ilk halifeyi veya başka birisini sahabî olarak tanımlıyor şeklinde bir itirazda bulunmasın. Ben diyorum ki bu sözcüğün Kur'anî açıdan hiçbir kıymeti bulunmamaktadır.

 

- Ehl-i Beyt kavramı çerçevesinde hanımların bir kıymete sahip olmayışı gibi.

 

- Geliniz kabul ettiğimiz bu kaideyi rivayetlere uygulayalım.

 

‘Seyyidim biz Hz. Peygamber'den (s.a.a.) aktarılan rivayetleri kriter olarak alınca sahabiliğin bir fazilet olduğunu görüyoruz' şeklinde bir itiraz gelebilir. Ben şimdilik sahabenin faziletine ilişkin rivayetlerin doğru olup olmadığı konusuna girmek istemiyorum. Ben sadece Ehl-i Sünnet ve Şia'nın ittifakla kabul ettiği sahih isnad zincirine sahip, içerik olarak tam ve sağlıklı rivayetleri ölçüt almak istiyorum. Acaba sahabiliğin konu edildiği hadislerde, bırakalım fazileti çirkinliğin bulunduğu rivayetler yok mudur?

 

- Bu konu ortaya konulacak olursa “sohbet” ve “sahabe” kavramlarının geçtiği tüm hadislerin birer birer ele alınması gerekir. Yani sahabilik bir ayrıcalık olmamış olur.

 

- Kur'an'ın bu sözcüğe bir üstünlük tanımadığını görmüştük. Rivayetlere geçelim. Konuyla ilgili üç veya dört rivayet zikredeceğim.

 

İlk örnek Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) sahabi sözcüğünü münafıklar hakkında kullanmasıdır, yani Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) ‘ashabım' sözcüğünü kullandığı ve bu sözcükten kastının da münafıklar olduğunu gösteren rivayetler.

 

‘Seyyidim gerçekten böyle bir şey var mı?' diye bir soru gelebilir.

 

El-cevap, evet var. Hem de Sahihü'l-Buharî ile Sahihü Müslim'de geçiyor. Rivayet şöyledir: 

 

Huzeyfe bana Hz. Peygamber'in (s.a.a.) şöyle buyurduğunu haber verdi: Benim ashabımın içinde 12 tane münafık bulunmaktadır.[10]

 

Öyleyse Hz. Resûlullah'ın sahabesi içinde münafık sahabinin olması muhtemeldir.

 

- Ehl-i Sünnet ise sahabenin cennet ehli olduğu görüşündedir.

 

- Ehl-i Sünnet cehennemin en alt tabakasında bulunan bir grup insanı bile cennet ehli sayıyor.

 

Öyleyse koymuş olduğunuz bu kuraldan vazgeçiniz. Bir sahabi münafık ise yerilmesi ve eleştirilmesi sahihtir. Sahabi, Allah Resulü'nden aktarılan bu açık hadisten dolayı cehenneme de girebilir.

 

İkinci örnek olarak Sahihü'l-Buharî'de geçen şu rivayete bakalım: ‘Onlar için mağfiret dilesen de, dilemesen de haklarında birdir. Allah onlara asla mağfiret etmez. Şüphesiz ki Allah fâsıklar top­luluğunu hidâyete erdirmez.' (63/el-Münafikun/6) ayeti inince Resûlullah (s.a.a.) buyurdu ki: Bu, cahiliyyet iddiası da ne oluyor?... Abdullah İbn Übeyy İbn Selul -ki bu iddia onlardan gelmişti- dedi ki: Allah'a and olsun ki Medine'ye dönersek, bizim güçlü olanımız zayıf olanları elbette oradan çıkaracaktır. Bu haber Hz. Resûlullah'a (s.a.a.) ulaşınca Ömer ‘Beni bırak şu münafığın boynunu vurayım' dedi. Resûlullah (s.a.a.) buyurdu ki: Bırak onu, insanlar Muhammed arkadaşlarını öldürüyor diye konuşmasınlar, dedi. [11]

 

Görüldüğü üzere Hz. Resûlullah (s.a.a.) Abdullah İbn Übeyy hakkında ‘ashabım' ifadesini kullanıyor. Abdullah İbn Übeyy'in münafıkların lideri oluşu hususunda hiç kimsenin kuşkusu yoktur sanırım.

 

Rivayetler, sahabi sözcüğünün cehennemin en alt tabakasına giren kimseler hakkında kullanıldığı noktasında açıktır.

 

- Rivayete göre ikinci halife de onu öldürmek istemiştir. Yani ‘Sahabeye lanet etmeyin' demeyin, bakın ikinci halife bir sahabiyi öldürmek istiyor.

 

- Bu ilk kullanımdır.

 

İkinci örnek sahabî sözcüğünün mürted birisi hakkındaki kullanımıdır. Bu konuda onlarca kaynak bulunmaktadır.

 

Bir örnek verelim. Ebu Hureyre'den rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: Hz. Resûlullah (s.a.a.) şöyle buyurdular: Kıyamet günü ben (havuzun kenarında) durduğum zaman, bir grubu görür ve kim olduklarını tanırım. Benimle onlar arasından bir adam çıkarak şöyle der: Geliniz! Ben de: ‘Nereye?' derim.

 

Cevap olarak: ‘Allah'a yeminler olsun ki cehenneme' der.

 

Ben şöyle söylerim ‘Neden, bunlar ne yapmışlar?'

 

Adam şöyle cevap verir ‘Onlar senden sonra gerisin geriye, eski hallerine döndüler.'

 

Bundan sonra başka bir grubu getirirler. Ben onları da tanırım. Benimle onlar arasında bir adam çıkarak ‘Gelin' diye seslenir. Ben ‘Nereye?' diye sorarım. Adam ‘Allah'a yemin olsun ki cehenneme' der.

 

Ben ‘Bunlar ne yapmışlar?' diye sorarım.

 

O şöyle cevap verir ‘Bunlar senden sonra gerisin geriye, eski hallerine döndüler.' Ben onlar arasından çok az kişinin cehennem ateşinden kurtulduğunu görürüm.[12]

 

Rivayetteki ‘benimle onlar arasında bir adam'  ifadesiyle bizim açık hadislerimize göre Hz. Ali b. Ebu Talib'e işaret edilmektedir. Önceki programlarda onların nasslarla oynadıklarını gösteren nice örnekleri inceledik.

 

- Eğer bu rivayet Şii kaynaklarda geçmiş olsaydı hiç kuşkusuz Ehl-i Sünnet kardeşlerimiz ‘Allah azze ve cellenin veya meleklerin yerine getirdiği bir ameli bir şahıs yerine getiriyor' derlerdi.

 

- Hadisten anlaşıldığına göre geriye çok az kişiden müteşekkil bir sahabi grubu kalıyor. Bir üçüncü kullanımı daha açıklayacak ve diğer kullanımları sonraki derse bırakacağım.

 

Öyleyse sahabenin arasında münafık da bulunmaktadır mürted de. Onların ‘Şia sahabenin mürted olduğunu söylüyor' diyerek sağa sola kıvırdıklarını görürsün. İşte bakınız nasslarınız onların gerisin geriye döndüklerini belirtiyor.

 

Üçüncü kullanım Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) ‘Sahabemin içinde ölümden sonra beni asla göremeyecek olanlar vardır' buyurduğu kimseler içindir. Bunlar ne berzahta, ne haşir ne de cennette Hz. Resûlullah'ı görebilirler.

 

- Yani cehenneme götürülen kimselerdir.

 

- Ümmü Seleme'den rivayet edildiğine göre o şöyle demektedir: Abdurrahman İbn Avf benim yanıma vardı ve şöyle dedi: Ey anne! Malımın çok oluşunun beni helak etmesinden endişe duymaktayım. Kureyş'in mal bakımından en zengin olanı benim.

 

Ben de şöyle dedim: ‘Ey oğulcağızım, infak et. Zira ben Hz. Resûlullah'ın şöyle buyurduğunu işittim: Ben içlerinden ayrıldıktan sonra sahabemin içinde beni göremeyecek olanlar vardır.'

 

İbn Avf, benim huzurumdan çıktı ve Ömer'le karşılaştı. Benim kendisine naklettiğim hadisi ona söyledi.

 

Bunun üzerine Ömer, yanıma gelip bana şöyle dedi: Vallahi ben de onlardanım değil mi?

 

Ben de cevaben ‘Hayır' dedim.[13]

 

Rivayette göze çarpan bazı hususlar var ancak ben bunlara not düşmeyeceğim. İbn Avf (güya) cennetle müjdelenen kişilerden biridir. Hz. Resûlullah (s.a.a.) bazı sahabeleri için ‘beni berzahta göremezler' buyurmaktadır. Zira Hz. Resûlullah (s.a.a.) başka bir âlemde, sahabenin bir bölümü de diğer âlemdedir. Mahşerde ve haşr-ı ekberde de, cennette de beni göremez. Çünkü cehennemde olan sahabe vardır ve bunlar bu özellikleri yüzünden Hz. Resulullah'ı (s.a.a.) göremeyeceklerdir.

 

Hadisin Ömer'le ilgili olan bölümü hakkında bir soru sormak istiyorum. Eğer Ömer, Aşere-i Mübeşşere'den (cennetle müjdelenen on kişi) ise Ümm-ü Seleme'nin hadisinde geçen ve tehdit edilen kimselerden olmaktan niçin korkuyor? Hz. Resûlullah (s.a.a.) tarafından müjdelenmişse niçin kendisinden kuşkuya düşüyor? İşte bu rivayet Aşere-i Mübeşşere hadisinin batıl olduğunu gösteren delillerdendir.

 

- Seyyid Kemal Haydari Bey'e ve sizlere teşekkürlerimizi sunuyoruz değerli izleyicilerimiz. Allah'a emanet olun. Es-selamu aleyküm ve rahmetullahi ve berekatuhu.     

    

.

 



[1] Ebu Abdullah Muhammed İbn Abdullah Hâkim en-Nişaburî, Marifet-ü Ulumi'l-Hadis ve Kemiyyeti Ecnasihi, s. 230, Talik el-Mutemen es-Sac ve Taki İbn Salah, Şerh ve Tahkik Doktor Ahmed İbn Faris es-Sellum, 2. Baskı. Mektebetü'l-Mearif,   

[2] İbn Teymiyye, Mecmuu'l-Fetava, c. 13, s. 27, Hadimü'l-Haremeyni'ş-Şerifeyn baskısı.

[3] Age, agy.

[4] Şeyhü'l-İslam Ahmed İbn Teymiyye, Camiü'l-Mesail, s. 74, el-Mecmuatü's-Salise, Tahkik Muhammed Şems, Basıma Sunan Bekr İbn Abdullah Ebu Zeyd, Dar-ü Alemi'l-Fevaid, 3. Baskı, 1432, Mekketü'l-Mükerreme. 

[5] Age, agy.

[6] Age, agy.

[7] Age, s. 75.

[8] Şeyh İbn Teymiyye, el-Furkan beyne Evliyai'r-Rahman ve Evliyai'ş-Şeytan, s. 205, Takdim Salih İbn Fevzan, Darü'l-Minhac.

[9] Ebu Abdullah Muhammed İbn Ebubekr İbn Kayyım el-Cevziyye, et-Tibyan fi Eymani'l-Kur'an, s. 365, Tahkik Abdullah İbn Salim el-Bıtati, 1429.

[10] Sahihü Müslim, c. 4, s. 551 Bab-ü Sıfati'l-Münafıkin ve Ahkamihim, Hadis No. 2779, Tahkik Şeyh Müslim İbn Mahmud Osman es-Selefî. 

[11] Muhammed İbn İsmail el-Buharî, El-Camiü's-Sahih, c. 3, s. 729, 49, 4905 no.lu hadis. Tahkik Şuayb el-Arnavut.

[12] Age, c. 4, s. 564, 6587 no.lu rivayet,

[13] Müsnedü'l-İmam Ahmed, c. 44, s. 95, Tahkik Şuayb el-Arnavut, Müessesetü'r-Risale

 

 

 

 

Çev: Cevher Caduk

 

www.medyasafak.net