Ayetullah Kemal Haydari'den Sekaleyn Hadisi Dersleri (51)

Ayetullah Kemal Haydari'den Sekaleyn Hadisi Dersleri (51)
Alusî devamında şöyle diyor: “Bu haberler Ehl-i Beyt kavramının genel anlamını daraltmakta, sınırlamaktadır. Ev hangi anlamda olursa olsun bir sınırlama söz konusudur. Bununla kastedilen abanın altında bulunan kimselerdir. Dolayısıyla hanımı bu kelimenin kapsamına girmez.”

 

- Rahman Rahim Allah'ın Adıyla ve O'nun yardımıyla. Salât ve selam Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a.), tertemiz Âl'ine olsun.

 

Değerli izleyiciler es-selamu aleykum ve rahmetullahi ve berekatuhu. “Utruhatü'l-Mehdeviyet” programının yeni bir bölümünde sizleri selamlıyoruz. Genelde bütün Müslümanların, özelde de Hz. Emirü'l-Müminin Ali b. Ebu Talib'in Şiîlerinin Gadir-i Hum bayramını tebrik ediyoruz. Bu münasebetle Seyyid Kemal Haydari'nin de bayramını tebrik ediyoruz. Zira kendisi o tertemiz nesilden gelmektedir. Seyyid Kemal Haydari Bey programımıza hoş geldiniz. Seyyidim geçen programda Sekaleyn hadisinin “Allah'ın Kitab'ı ve İtret'im” ile “Allah'ın Kitab'ı ve Sünnet'im” şeklindeki iki değişik nakli çerçevesinde konuşmuş ve değerlendirmelerde bulunmuş ve “ve Sünnet'im” rivayetinin zayıf olduğu, hatta aslının bulunmadığı sonucuna ulaşmıştık. Sekaleyn hadisinin asıl varyantı “Allah'ın Kitab'ı ve İtret'im” şeklinde nakledilendir. Bu çerçevede akla doğrudan İtret kim/ler/dir sorusu gelmektedir.

 

- Kovulmuş şeytandan her şeyi işiten ve bilen Allah'a sığınır, Rahman Rahim olan Adıyla ve O'nun yardımıyla programımıza başlarım. Salât ve selam Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a.) ve tertemiz Âl'ine olsun.

 

Bizi Hz. Emirü'l-Müminin Ali b. Ebu Talib'in (a.s.) vilayetine tutunanlardan kılan Allah-u Teâlâ'ya hamd olsun. Bizi O'nun vilayeti üzere yaşatmasını ve vefat ettirmesini, Kıyamet gününde O'nun vilayetini kabul edenler zümresine katmasını ve şefaatinden bizi mahrum etmemesini Allah Azze ve Celle'den diliyoruz.

 

Önceki programda Sekaleyn hadisinin farklı varyantlarının olduğunu görmüştük. Bu çerçevede farklı rivayetler vardır. Sekaleyn hadisinin metni nedir? Bir defa Hz. Resulullah'ın (s.a.a.) mübarek dillerinden “Size iki ağır emanet bırakıyorum” şeklindeki ifadenin döküldüğü hususunda tüm Müslüman bilginler görüş birliğindedir. Bu konuda kuşkuya düşen bir kimse olmadığı gibi icma da hâsıl olmuştur. Gerçi “Allah'ın Kitab'ı ve İtret'im” ile “Allah'ın Kitab'ı ve Sünnet'im” ifadelerinden hangisinin söylenmiş olduğu hususunda görüş ayrılığı mevcuttur. Önceki programlarda “Allah'ın Kitab'ı ve Sünnet'im” şeklindeki naklin isnad açısından en azından zayıf olduğu sonucunu elde etmiştik. Ayrıca çağdaş muhakkik bilginlerden bu varyantın hiçbir aslının bulunmayıp mevzu (uyduruk) olduğuna dair açıklamalar da gelmiştir.

 

Öyleyse azizlerim bu hadisin isnadı bulunsa dahi bu isnad mudaldır. Önceki bölümlerde de okuduğumuz üzere bir grup bilginin ifadesine göre hadis mudaldır. Mudal, isnad zincirinden iki veya daha fazla ravinin düştüğü hadistir.

 

Sekaleyn hadisinin “ve İtret'im” şeklindeki varyantında ise durum bütünüyle farklılık arz etmektedir. Şöyle ki İslam âlimlerinin bir grubunun açıklamaları bu hadisin senedinin sahih olduğuna delalet etmektedir. Nitekim bizler önceki programda diğer bilginlerin yanı sıra İmam Tahavî'nin açıklamalarına işaret etmiştik. Eğer sened hakkında tekrar kaynaklara müracaat etmek ihtiyacı hâsıl olursa bu konu çerçevesinde bazı ek bilgiler sunabiliriz. “Allah'ın Kitab'ı ve İtret'im” şeklindeki varyantın asıl rivayet olduğu anlaşıldığına göre ortaya şöyle bir soru çıkıyor: İtret kim veya kimlerdir?

 

Azizlerim önceki derslerde değindiğimiz bir kuralı hatırlatalım. Kitap veya Sünnet'te belirli bir konu veya kavram geçtiğinde bunun ne anlama geldiğinin anlaşılabilmesi için atılması gereken ilk adım lugata müracaat etmektir. Mesela Kur'an-ı Kerim “Ekımu's-salate / Salâtı ikame ediniz (namazı kılınız)” buyuruyor. Salât sözcüğünün ne anlama geldiğini öğrenebilmek için lugata müracaat etmemiz gerekmektedir. Ancak aziz dostlarım lugata ve örfe müracaat ettiğimiz halde kavramı açıklayan sahih, açık ve kapsayıcı bir ifadeye rastlayamaz isek ve Resulullah (s.a.a.) da ilgili kavramdan muradın ne olduğunu açıklıyor ve tahsis ediyorsa bu durumda Resulullah'ın (s.a.a.) buyruğu temel alınır. Şöyle ki Hz. Resulullah (s.a.a.) “Salâttan, oruçtan ve İtret'ten kasıt şunlardır”  buyurduğunda bizim “Ey Allah'ın Resulü! Biz bunu kabul etmiyoruz. Arap diline müracaat edeceğiz” deme hakkımız asla ve kata bulunmamaktadır.

 

Öyleyse azizlerim, ilk olarak metot olarak bu noktayı kavramamız gerekmektedir. Birçok makalede, televizyon kanalı ve hatiplerin açıklamalarında sıkça görünen bir demagojiye işaret etmek istiyorum. Bunlar “Geliniz lugata müracaat edelim. Sözlükteki Ehl-i Beyt kavramı kadınları kapsıyor mu bir görelim. Gerçekte İtret ve Ehl-i Beyt kelimeleri bütün yakın akrabaları kapsamaktadır” derler. Gerçi bizler bu konuda farklı düşünmüyoruz. Ne var ki Resulullah (s.a.a.) bir şeyi sözsel olarak açıklamış ve sözsel açıklamada sözcüğün lugavî ve örfî kullanımını daraltmışsa temel alınması gereken husus sözcüğün geniş anlamı mı olur yoksa Resulullah'ın daralttığı anlam mı? Ben Hz. Resulullah'ın (s.a.a.) sünnetinin kanıtlılık özelliğine sahip olduğu hususunda kuşku duyabilecek hiçbir müminin olabileceğine ihtimal vermiyorum. Sahih sünnet daha önce belirttiğimiz üzere Kur'an-ı Kerim seviyesinde kanıtlılık özelliğine sahiptir. O, arzusuna göre de konuşmaz. O (bildirdikleri) vahiyden başkası değildir.” (53/en-Necm/3-4) Değerli izleyiciler önceki derslerde Kur'anî ve nebevî olmak üzere iki türlü vahiy olduğu yönündeki açıklamalarımızı hatırlayacaksınız. Bu sadece Ehl-i Beyt Okulunun değil Ehl-i Sünnet'in muhakkik ulemasının da görüşüdür.

 

Bu konuda sayılamayacak kadar çok örnek bulunmaktadır. Elimizde Muhammed Nasırüddin Albanî'nin Menziletü's-Sünnet adında oldukça enfes ve değerli bir çalışması bulunmaktadır.

 

Öyleyse kelimenin örfen, lugavî ve kullanımsal olarak hanımlara da uyarlanabileceği, onları kapsayabileceği doğrudur. Ancak Allah'ın Resulü, Ehl-i Beyt ve İtret kavramları çerçevesinde ne diyor? Acaba kavramın kapsamına hanımların girdiğini mi söylüyor yoksa ısrarla onları ayette geçen “Ehl-i Beyt”in dışında mı bırakıyor? Resulullah (s.a.a.) “Allah'ım işte bunlar benim Ehl-i Beyt'imdir” diyerek kelimeye ıstılahî (terimsel) bir anlam veriyor ve onu dönüştürüyor. Bu dönüştürmeye mantık ilminde “menkul” denilmektedir. Yani sözcüğün daha geniş bir anlamı olduğu halde Resulullah'ın açıklamasıyla bunda bir daralma meydana geliyor. Bunun çokça da örnekleri vardır. “Kastetme” anlamına gelen hacc sözcüğünün Şeriat'taki anlamı belirli bir eylemi ifade etmektedir. Oruç, namaz, taharet ve diğer konular ve kavramlarda da aynı durum söz konusudur. 

 

O şöyle diyor: Kur'an-ı Kerim'in anlaşılması noktasında lugatın yetersiz oluşu

 

Kur'an-ı Kerim'i anlamak için Peygamber'in (s.a.a.) fiili ve kavli sünnetinden yardım almaksızın Arap dili ve kuralları ne kadar iyi bilinirse bilinsin bunlara dayanmanın geçerli bir gerekçesinin olmadığı yukarıdaki açıklamalarla anlaşılmıştı. Kimse bu dili, Kur'an'ın kendi dillerinde nazil olduğu Peygamber ashabından daha iyi bilemez.[1]

 

Bugünlerde dillendirilen “Allah'ın Kitab'ı bize yeter” teorisi işte bununla çelişiyor. İmanını ve akidesini korumak isteyen bir Müslümanın bunu savunabileceğini düşünemiyorum. Bir diğer husus da şudur. “Allah'ın Kitab'ı ve Sünnet'im” rivayeti üstünde sizler de çokça ısrar ediyorsunuz. Kitab'ın anlaşılabilmesi noktasında Sünnet'in devre dışı bırakılması hiç mümkün müdür? Yazar bu konu çerçevesindeki görüşüne sahabe fiilinden de delil getiriyor. Şöyle ki Kur'an sahabenin konuştuğu ve kullandığı dil olduğu halde onlar lugatle yetinmiyorlar ve Hz. Resulullah'ın sünnetine müracaat ediyorlardı diyor.

 

Konuyu uzatmayalım ve Allame Alusî'nin (h. 1270) tathir ayeti çerçevesindeki açıklamalarına bakalım. Alusî'nin büyük ulemadan olduğu hususunda hiçbir kuşku bulunmamaktadır. O'nun bu ifadelerine tahkik erbabının, araştırmacıların dikkat etmelerini istirham ediyorum:

 

O şöyle diyor: Ayette geçen Ehl-i Beyt kavramıyla genel anlamının murad edilmediğine delalet eden Tirmizî'nin, Hâkim'in -ki her ikisi de bu rivayetlerin sahih olduğunu söylemişlerdir- İbn Cerir, İbnü'l-Münzir, İbn Merdeveyh ve Beyhaki'nin -Sünen'inde çeşitli kanallardan- rivayet ettiği sahih hadisler bulunmaktadır.

 

Ümm-ü Seleme'den rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: Tathir ayeti evimde nazil oldu. Bu esnada evimde Fatıma, Ali, Hasan ve Hüseyn (a.s.) bulunmaktaydı. Hz. Resulullah (s.a.a.) üstünde bulunan bir örtüyü onların üze­rine yayarak şöyle dedi: Bunlar benim Ehl-i Beyt'imdir.

 

Allah'ım, on­ların eksikliklerini gider ve kendilerini tertemiz kıl. Hz. Peygamber elini kisanın altından çıkartarak ve parmağıyla göğe işaret ederek şöyle buyurdu: Allah'ım! İşte bunlar benim Ehl-i Beyt'im ve en yakınlarımdır.[2]

 

Alusî ayette, kavramın Peygamber'in hanımlarını, Akil ve Abbas'ın ailelerini, Ali'nin ailesini ve geçmiş ve gelecekteki akrabalarını ifade eden genel anlamının murad edilmediğini dile getiriyor. Zira bu anlamın murad edilmesine engel olan şey, Hz. Peygamber'den (s.a.a.) aktarılan ve kavramın özel kişileri ifade ettiğini bildiren sahih hadislerin mevcudiyetidir. Ayrıca bu rivayetler tek bir kanaldan değil çeşitli kanallardan aktarılmıştır. Eğer Ümm-ü Seleme'den nakledilen hadis hasra (sınırlamaya) delalet etmiyorsa buna hangi cümle delalet eder doğrusu ben bilemiyorum.

 

Diğer bir ifadeyle Hz. Resulullah (s.a.a.) “Bunlar benim ev halkımdandır” demiyor da “Allah'ım! İşte şunlar benim ev halkımdır” diyor. Anlamı tamamen belirli kişilerle sınırlandırıyor. Resulullah'ın Arap dilini bilmediğini söylerseniz belki o zaman bir çıkış yolu bulursunuz! Hâlbuki O Arapçayı en fasih şekilde konuşan kimsedir.

 

Yukarıda geçen rivayetin başka bir varyantında ise Hz. Resulullah (s.a.a.) şöyle buyurmaktadır: Salâtını ve bereketini İbrahim'in Âl'i üzerine yaydığın gibi Muhammed'in (s.a.a.) Âl'i üzerine de yay.[3]

 

Bilemiyorum, acaba Hatemü'l-Enbiya'nın duasına icabet edileceğinden kuşku duyan var mıdır? İbn Merdeveyh'in rivayet ettiği habere göre Ümm-ü Seleme'nin “Ben Ehl-i Beyt'ten değil miyim?” şeklindeki sorusuna Hz. Resulullah (s.a.a.) “Sen hayır üzeresin. Sen Peygamber'in hanımlarındansın” buyurarak cevap vermiştir.[4]

 

Ben Ehl-i Beyt'in bu özel terimsel anlamı çerçevesinde açıklamalarda bulunuyorum. Alusî bu çerçevede bir grup rivayet nakletmektedir.

 

O'nun ifadesine bakınız. Kendisi Ehl-i Sünnet'in büyük bilginlerindendir ve şöyle demektedir: “Hz. Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin'in (a.s.) örtü altına alınmasını, Allah'ım bunlar benim Ehl-i Beyt'imdir sözünü, Ümm-ü Seleme'nin örtü altına alınmayıp kendisine hayır duasında bulunulmasını içeren Hz. Peygamber (s.a.a) buyrukları sayılamayacak kadar çoktur.”[5]

 

Bu tür haberler üç, beş, on gibi sayıyla sınırlandırabilecek seviyede değildir. Pasajın son cümlesi rivayetlerin çokluğuna ve mübalağaya işaret etmektedir. Bundan dolayı rivayetlerin isnadını araştırmaya ihtiyaç duymuyoruz. Rivayetlerin isnadı ahad haber olduklarında araştırılır.

 

Alusî devamında şöyle diyor: “Bu haberler Ehl-i Beyt kavramının genel anlamını daraltmakta, sınırlamaktadır. Ev hangi anlamda olursa olsun bir sınırlama söz konusudur. Bununla kastedilen abanın altında bulunan kimselerdir. Dolayısıyla hanımı bu kelimenin kapsamına girmez.”[6] Bu ev ister manevi bir ev olmuş olsun, ister oturulan bir ev, ister nebevi olsun, ister Alevi fark etmemektedir. Yani “beyt” ve “Ehl-i Beyt” sözcüğünün anlamı ne olursa olsun bu rivayetler söz konusu manayı hasretmektedir.

 

Benim bu açıklamalarım mütekellimlere varıncaya kadar herkese yöneliktir. Bu açık ifadeler karşısında hakikati kabul etmeyenler ya garazkâr ya da hastalıklı kimselerdir. Ey hakikati talep eden kimseler, bizler Arap dili, örf ve kullanımsal anlam çerçevesinde konuşmuyoruz ki “Hanım da ehl-i beyttendir” diyesiniz. Evet, doğrudur, benim hanımım benim ehl-i beytimdendir. Hatta dahası var. Aziz dostlar, evde bulunan hizmetçiler da ehl-i beyttendir. Hatta hayvanların bile ehl-i beytten olduğunu bildiren rivayetlerimiz var. Ancak ayette geçen ehl-i beytten murad edilen nedir ve bunlar kimlerdir?

 

Şöyle bir itiraz gelebilir: Seyyidim, sizinle aynı düşünmüyoruz. Allame Alusî'nin açıklaması kendisini bağlar.

 

Ehl-i Beyt kavramının hanımlarını kapsadığını kabul etsek dahi itret sözcüğünün dilsel açıdan kadınları kapsamadığı noktasında kuşku yoktur. Kadınlardan murad ise hanımlardır. Sekaleyn hadisinin metninde sadece “Ehl-i Beyt” ifadesi mi geçiyor yoksa “İtret'im olan Ehl-i Beyt'im” mi? Anlaşılıyor ki Hz. Resulullah (s.a.a.) Ehl-i Beyt'i itret kelimesi ile tefsir etmiştir.

 

Tefsirin başka bir yerinde şöyle diyor: Sen de biliyorsun ki “Aranızda iki halife -veya başka bir rivayette iki ağır emanet- bırakıyorum; gökten yere uzanan bir ip olan Allah'ın Kitab'ı ve İtret'im Ehl-i Beyt'im. Bu iki şey kıyamet günü havuz başında bana gelinceye kadar asla birbirinden ayrılmayacaklardır” sahih hadisi mutahhar hanımların Sekaleyn'in iki öğesinden biri olan Ehl-i Beyt'in kapsamına girmediğini göstermektedir.[7]

 

Allame Alusî önceki konularda hanımların Ehl-i Beyt kavramının kapsamına girdiğini ispatlamaya çalışmaktadır. Ancak itret söz konusu olunca hanımların bu kapsama girmediğini belirtiyor.

 

O itretle ilgili olarak şu açıklamalarda bulunmaktadır: Sıhahlarda geçtiği üzere kişinin itreti ehl-i beytidir ve en yakın topluluğudur. Hadiste geçen “Ehl-i Beyt'im” açıktır ki ya İtret'in “beyan”ıdır veya “bedelun minhu”dur. Yani bedelun kull min kulldür. Her iki durumda aynı sonuç ortaya çıkmaktadır ki hanımlar ne İtret'in, ne de Ehl-i Beyt'in kapsamına girebilmektedir. Bu açıklamalarla Ehl-i Beyt kavramının iki kullanımının olduğu anlaşılmaktadır…

 

Bu kullanımlardan birinin kapsamına hanımlar girerken diğerine girmemektedir.[8]

 

Soru; ey Allah'ın Resulü! Tathir ayetinde geçen Ehl-i Beyt kavramının kapsamına hanımları da alıyor musun yoksa onları çıkarmakta mısın? Allame Alusî'nin açıklamalarından açıkça anlaşıldığına göre hanımlar bu kapsamda değildir.

 

Diğer bir kaynak ise Tahavî'nin Şerhü Müşkili'l-Asar adlı eseridir. Azizlerim bu konunun Şerhü Müşkil'in bu cildinde “‘Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor' ayetinin tefsiri bağlamında Hz. Resulullah'tan (s.a.a.)  aktarılan rivayetlerin müşkilinin beyan edilmesi babı” başlığı altında etraflı bir şekilde incelendiğini belirtmek isterim.

 

Rivayetler çoktur. Tahavî bu rivayetlerin bir bölümünü naklediyor.

 

Şöyle der: Bu ayet-i kerime nazil olduktan sonra Hz. Resulullah (s.a.a.) Ali'yi, Fatıma'yı, Hasan ve Hüseyn'i çağırdıktan sonra şöyle buyurdu: Allah'ım bunlar benim ehlimdir. Bu hadisin isnadı sahihtir. İsnadı oluşturan rical sahih hadis ricalidir.

 

Bu hadisten, ayette geçen Ehl-i Beyt kavramından Hz. Resulullah (s.a.a), Hz. Ali (a.s), Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'den (a.s) başkasının kastedilmediği anlaşılmaktadır.[9]

 

Tahavî daha sonra Ümmü Seleme'den, onun örtünün altına girmek istediğini ve Hz. Resulullah'ın (s.a.a.) gönlünü alarak onu oraya almadığını bildiren bazı rivayetler aktarır. Bu rivayetlerden birinde şöyle geçmektedir: Hz. Resulullah (s.a.a.) şöyle buyurdular: Allah'ım! İşte bunlar benim ehlimdir.

 

Ümmü Seleme “Ey Allah'ın Resulü! Beni de onların arasına kat, diye istekte bulununca Hz. Resulullah ‘Sen benim ehlimdensin' buyurdular.”[10]

 

Ancak ıstılahın kapsamına girmemektedir.

 

Tahavî bu konu çerçevesinde kıymetli bir rivayet aktarmaktadır. Ümmü Seleme'den rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: Tathir ayeti benim evimde nazil oldu. Bu ayet yedi kişi hakkındadır.[11]

 

Kisa ehli beş kişiydi. Ümmü Seleme ise “yedi” demektedir Altıncı ve yedincisi ise Cebrail ve Mikail'dir. Kisa ehliyle ilgili değişik rivayetler mevcuttur. Cebrail ve Mikail'in kisanın altında bulunmak istemelerini ifade eden rivayetler de muteberdir ve İmam Tahavî'nin Müşkilü'l-Asar'ında geçmektedir.

 

Resulullah (s.a.a.), Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyn evdeydiler. Ben de kapının önündeydim. “Ey Allah'ın Resulü! Ben Ehl-i Beyt'ten değil miyim?” diye sorunca Hazret (s.a.a.) “Sen peygamberin hanımlarındansın” diye karşılık verdi.[12]

 

Hz. Peygamber (s.a.a.) ona “Sen Ehl-i Beyt'tensin” diye karşılık vermemektedir.

 

- Resulullah'ın hadisi açıktır.

 

- Vallahi, Resulullah'ın daha ne yapması gerekirdi bilemiyorum.

 

- Bunca açık ve net buyruk ve nasslar karşısında kim içtihadda bulunabilir ki?

 

- Diğer bir rivayet şöyledir:

 

Ümmü Seleme'den rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: Hz. Peygamber benim evimde oturuyordu. Hz. Fatıma yanında bir parça etle geldi. Hz. Peygamber O'na, kocanı ve iki oğlunu da çağır dedi. (Onlar gelince) Hz. Peygamber ise örtüsüyle onların üzerini örttü. Son­ra elini çıkararak göğe yöneldi ve şöyle dedi: Allah'ım, bunlar benim Ehl-i Beyt'imdir. Öz ailemdir. Onlardan pisliği gider ve onları tertemiz kıl. Ümmü Seleme der ki: Örtüyü kaldırıp başımı içerisine sokarak de­dim ki: Ben de sizinle beraber değil miyim ey Allah'ın Resulü? O, sen hayır üzeresin, dedi.[13]

 

Sen benim ehlimsin, demek ayrıdır, “Ehl-i Beyt” kavramına dâhil olmak ayrıdır.

 

Şu nakil ise rivayetlerin en ilginçlerindendir. Kimi rivayetler Ümmü Seleme'nin örtünün altına girdiğini dile getiriyor. Rivayete bakalım: Bir sergi vardı. Hz. Resulullah (s.a.a.) sol eliyle örtünün iki tarafını tuttu, sağ eliyle de Allahu Teâlâ'ya dua ederek şöyle buyurdu: “Allah'ım! Bunlardan kiri gider ve tertemiz kıl.” Bu sözü üç defa tekrarladı.

 

Ben de­dim ki: “Ben senin ehlinden değil miyim ey Allah'ın Resulü?” Dedi ki “Evet. Örtünün altına gir.”

 

Ümmü Seleme der ki: “Amcası oğluna, O'nun iki oğluna ve kızı Fatıma'ya dua ettikten sonra ben de örtünün altına girdim.”[14]

 

- Yani örtünün altına girişi teberrük içindir.

 

- Evet, tamamen öyle. İtret-i Tahire'yle teberrük etmek içindir. Ümmü Seleme örtünün altına alınmış ve onlara katılmıştır. Ancak O, Ehl-i Beyt kavramının bir cüzü değildir.

 

O bu uzun araştırmasının bir bölümünde şöyle demektedir: Bu açıklamalar ışığında Ümmü Seleme'nin ayette geçen Ehl-i Beyt ile kastedilenlerden olmadığı anlaşılmaktadır. Bu hadise göre ayette geçen Ehl-i Beyt kavramından murad Hz. Resulullah (s.a.a), Hz. Ali (a.s), Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'den (a.s) başkası değildir.[15]

 

Bütün bu ifadeler tek bir hakikati pekiştirmektedir. Ümmü Seleme bu örtünün bereketiyle Hz. Peygamber'in ehlinden olsa da hakkında tathir ayetinin nazil olduğu Ehl-i Beyt'ten değildir.

 

- Bu akidevî bir konudur.

 

- Hz. Resulullah (s.a.a.) bu konuda ısrar etmektedir. Bu ısrar bir tarafta “Allah'ım işte bunlar Ehl-i Beytim ve en yakınlarımdır” hadisiyle kavli bir beyan olarak tezahür ederken diğer taraftan onları örtü altına alması ile (amelî bir sünnet) belli oluyor.

 

Öyleyse düşünen bir kalbe, sözü dinleyen bir kulağa sahip olan, kalbinde maraz olmayan bir kimsenin bu hadisler sayesinde, Hz. Resulullah'ın kavlî ve fiili sünnetiyle Ehl-i Beyt kavramını sadece dört kişiye uyarladığını apaçık bir şekilde anlayacağını düşünüyorum. Bırakalım itret -ki bu kavram Ehl-i Beyt kavramından daha özeldir- kavramını, Ehl-i Beyt kavramı dahi sadece Hz. Fatıma'yı (a.s.), eşini ve iki çocuğunu kapsamaktadır.

 

- Güzel bir kanıt sundunuz. Acaba İtret ve Ehl-i Beyt'ten muradın bu dört kişi olduğunu ispatlayan başka kanıtlar bulunmakta mıdır?

 

- Evet, oldukça çok kanıt var. Ancak programın geriye kalan bölümünde özet bir şekilde bir kanıta işaret edecek ve bu konu çerçevesinde konuşacağım.

 

Bu kanıtlardan birisi Al-i İmran Suresinin 60-61. ayetleridir. “Gerçek, Rabbinden gelendir. Öyle ise şüphecilerden olma. Sana bu ilim geldikten sonra seninle bu konuda çekişenlere de ki: Geliniz, sizler ve bizler de dahil olmak üzere, siz kendi çocuklarınızı biz de kendi çocuklarımızı, siz kendi kadınlarınızı, biz de kendi kadınlarımızı çağıralım, sonra da dua edelim de Allah'tan yalancılar üzerine lânet dileyelim.” (3/Al-i İmran/60-61) Bu ayet mubahele ayeti olarak şöhret bulmuştur. Bu ayeti seçmemizin özel bir nedeni var: Mubahele gününe yaklaşmış olmamız.

 

Bu ayet çerçevesinde özel ve önemli bir konumuz bulunmaktadır. İnşallah bunu önümüzdeki hafta tamamlarız.

 

Azizlerim Müsnedü'l-İmam Ahmed'den bir rivayet aktaracağım. Rivayeti İmam Ahmed, Sa'd İbn Ebu Vakkas'tan aktarmaktadır.

 

Rivayet şöyledir: Hatem İbn İsmail'den, o Bukeyr İbn Mismar'den, o Amir İbn Sa'd'den, onun da babasından rivayet ettiğine göre şöyle demiştir: Ben Hz. Resulullah'ın şöyle buyurduğunu işittim: ve O gazvelerinden birisinde Ali'yi Medine'de yerine bırakmıştı.

 

Hz. Ali “Ey Allah'ın Resulü! Beni kadınlarla ve çocuklarla birlikte mi bırakıyorsun?” diye sorunca O (s.a.a.) “Ey Ali! Konum olarak bana, Harun'un Musa'yla olan konumunda bulunmak istemez misin?” buyurdular.

 

Hayber Savaşında da “Bu sancağı mutlaka Allah ve Resulünü seven, Allah ve Resulü'nün de ken­disini sevdiği bir zata vereceğim” buyurduğunu işittim. Biz sancak için he­pimiz uzandık. Fakat O (s.a.a) “Bana Ali'yi çağırın” buyurdu. Ali (a.s.) gözlerinden rahatsız olduğu halde getirildi. Hz. Resulullah (s.a.a.) O'nun gözüne tükürdü ve sancağı kendisine verdi. Allah da ona fethi müyesser kıldı.

 

“…sizler ve bizler de dahil olmak üzere, siz kendi çocuklarınızı biz de kendi çocuklarımızı…” (3/Al-i İmran/61) ayeti nazil olunca Hz. Re­sûlullah (s.a.a.) Ali'yi, Fatıma'yı ve Hasan ile Hüseyin'i çağırarak “Allah'ım! Benim ailem bunlardır” buyurdu. [16]

 

Hadisin ifadelerine dikkat edelim. Hadisin girişindeki “vav” atıf harfinden anlaşıldığına göre edattan önce bazı cümleler var ve bu cümleler hadiste zikredilmemiştir. Yani hadisin giriş bölümü atılmıştır. Hangi ifadelerin kullanıldığına dair birazdan açıklama yapacağız. Ey İmam Ahmed İbn Hanbel! Bari hadisin girişindeki vav edatını da at ki en azından giriş bölümünün kaldırıldığı anlaşılmasın. İnşallah bir gün bu hadisi ayrıca inceleriz.

 

- Hadis Ali'nin faziletleri ve özellikleri hakkındadır.

 

- Bir kimsenin Allah tarafından sevilmesi kolay değildir. Her ne kadar Allah-u Teâlâ'yı sevenler çok olsa da Allah-u Teâlâ'nın onların sevgisine karşılık vermesi zorunlu değildir. Zira Allah-u Teâlâ'yı sevdiği halde Allah-u Teâlâ'nın kendisine gazap duyduğu kimseler mevcut olabilir. Allah'ı sevdiği iddiasında bulunan bir tefeciyi veya büyük günahları işleyenleri ele alalım. Allah-u Teâlâ böyle birisini sever mi? “Nice Kur'an okuyanlar vardır ki Kur'an onlara lanet eder.” Allah ve Resulünü sevme, Allah ve Resulü tarafından sevilme makamının Ali dışında başka kimseye nasip olmadığını iddia ediyorum. De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (3/Al-i İmran/31)

 

Resulullah'a (s.a.a.) yüzde yüz uyan kimseler Allah tarafından sevilirler. O'na yüzde doksan oranında uyan ise bütünüyle mahbub-u ilahi olmaz. Tam uymayla da masumiyet gerçekleşir ki bu konuyu ilerde ortaya koyacağız.

 

Hadisin son bölümü Sekaleyn hadisinde de geçmektedir. “Allah'ım! Benim ailem bunlardır ve en yakınımdırlar” buyruğu konumuzla alakalı olan bölümdür. “Seyyidim imkânınız varsa özet bir şekilde de olsa hadisin İmam Ahmed tarafından atılan giriş bölümünü bize aktarabilir misiniz?” diye sorulabilir.

 

- Böylece bütün sorular cevaplandırılmış olur.

 

- Elbette. Önümüzde Sahihü Müslim bulunmaktadır. Azizlerim hadisin senedini sunup iki hadis arasında bir karşılaştırma yapmak istiyorum.

 

İmam Ahmed'in Müsned'inin senedi şöyledir: Bize Kuteybe İbn Said rivayet etti ve dedi ki; bize Hatem İbn İsmail Bekir İbn Mismar'ın, onun Ammir İbn Sa'd İbn Ebu Vakkas'dan, onun da babasından rivayet ettiğine göre o:

 

Bu isnad zinciri aynısıyla Müslim'de de geçmektedir. Müslim'deki rivayette isnad zincirinden sonra hadisin giriş bölümü şöyledir: Muaviye İbn Ebu Süfyan, Sa'd'a emir verdi ve “Ebu't-Turab'a sövmekten seni ne menetti?” dedi. O da “Benim söyleyeceğim üç şey var ki, bunları onun için Hz. Resûlullah (s.a.a.) söylemiştir. Bundan dolayı ben O'na asla sövemem. Bu üç şeyden birinin benim olması bence kızıl develerden daha makbul­dür. Ben Resûlullah'ın (s.a.a.) gazalarından birinde O'nu kendi yerine bıraktığını, Ali'nin (a.s.) de O'na “Ey Allah'ın Resûlu! Beni kadın ve çocuklarla beraber mi bıraktın?” de­diği zaman “Benim yanımda Hz. Musa'ya nisbetle Hz. Harun yerinde olmana razı değil misin? Şu kadar var ki, benden sonra peygamberlik yoktur” buyurduğunu işittim.[17]

 

Ahmed İbn Hanbel rivayeti aktarmış, ancak rivayetin giriş bölümünü atmıştır.

 

Bu hadis Sahihü Süneni't-Tirmizi'de de geçmektedir.[18]

 

Bir kişi şöyle diyebilir: Seyyidim, Muaviye'nin hakaret etmeyi emrettiğini bilmiyoruz. Belki de Muaviye ona Hz. Ali'yi övmesini emretti.

 

El-cevap; Sahihü Süneni İbn Mace'de geçen bir rivayet buna açıkça işaret etmektedir.

 

Rivayet edil­diğine göre kendisi Sa'd İbn Ebu Vakkas'tan şöyle nakletmistir:

 

Hac seferlerinden birisinde, Muaviye gelince, Sa'd onun yanına vardı. Bir ara Ali'den bahsetti­ler. Muaviye, Ali (a.s.) aleyhinde konuştu…

 

Hadisin dipnotunda şöyle geçmektedir: “Nale minhu”, yani Muaviye Hz. Ali (a.s.) aleyhinde konuşup ileri geri laflar etti.[19]

 

Yani meclistekilerin hepsi değil sadece Muaviye Ali (a.s.) aleyhinde konuşmak istemişti. Bütün bunlara rağmen hala “Sizler neden Muaviye'yi nasıbî olarak anmaktasınız. Niçin Hz. Ali'ye buğzeden biri sayıyorsunuz onu?” diye itiraz ediyorlar. Hiç insan sevdiği birisine sövüp hakaret eder mi? “Seni ancak mümin sever.”

 

Bu konuyu detaylı bir şekilde öğrenmek isteyenler Mealimü'l-İslami'l-Emevi adlı eserimize müracaat edebilirler. Biz bu hakikati ispatlayan birçok kanıtı söz konusu eserimizde sunduk.

 

Azizlerim, bahsimize geri dönelim. Bu hususa birçok bilgin işaret etmektedir. Konuyu uzatmayayım.

 

Önümüzde İbn Said et-Tufi'nin Şerhü Muhtasarı'r-Ravda adlı eser bulunmaktadır. O bu eserinde şöyle demektedir: Sahiheyn'de rivayet edildiğine göre Hz. Resûlullah (s.a.a.) Necran Hıristiyanlarıyla mubahele etmek istediğinde Kisa Ashabı olayında ismi geçenleri alarak onların karşısında çıktı ve onlar hakkında “İşte bunlar benim ehlimdir” buyurdu… Tüm bunlar Ehl-i Beyt'in ismi geçen kişiler olduğunu ve başka hiç kimseyi kapsamadığını göstermektedir. Ehl-i Beyt'inden murad hanımları değildir. Aksi takdirde Hz. Resûlullah (s.a.a.) Ümm-ü Selemeye “Sen de onlardansın” derdi. Hâlbuki ona böyle dememiştir. Hz. Resûlullah'ın buyruğunun zahiri Ümm-ü Seleme'nin Ehl-i Beyt'ten oluşunun nefyidir… [20]

 

Pasajda geçen “Sahiheyn” sözcüğü biraz genişçe ve müsamahakârca kullanılmıştır. Buhari ve Müslim değil sadece Müslim kastedilmektedir.

 

Sözlerimi Hâkim en-Nişaburi'nin sözleriyle bitirmek istiyorum. O Marifetü Ulumi'l-Hadis adlı eserinde şöyle demektedir: Tefsirlerde Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) mubahele gününde Ali, Hasan ve Hüseyn'in (a.s.) ellerinden tutup Fatıma'yı da onların arkasına alıp getirerek “İşte bunlar bizim oğullarımız, hanımlarımız ve nefislerimizdir” demesi hakkında Abdullah İbn Abbas'tan ve diğerlerinden aktarılan haberler mütevatirdir.[21]

 

Bu demek oluyor ki ikinci kanıt mubahele ayetidir.

 

- Şöyle bir soru sormak istiyoruz: Vehhabi bilginleri mubahele ayeti hakkında nasıl bir tavır ortaya koymaktalar? Zira bu soruyu sormanın tam zamanı. Bu soruyu önümüzdeki hafta cevaplandıracağız. Telefon bağlantılarına geçmeden önce geçen hafta sorulan bir suali hatırlatmak istiyorum. (Yerine göre) müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gönderdik ki insanların peygamberlerden sonra Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın! Allah izzet ve hikmet sahibidir.” (4/en-Nisa/165) Seyyidim bu ayetin vermek istediği mesaj nedir?

 

- Aziz dostlardan biri bu ayeti insanlara karşı peygamberlerden başka bir hüccet olmadığı görüşünü destekleme amaçlı sormuştu. Bu ayeti sormakla kendince İmamiyyenin nazariyesini çürütmeye çalışmıştır. Zira İmamiyye, imamların Allah'ın Resulullah'tan sonraki kanıtları/hüccetleri olduğuna inanmaktadır. Ayet ise hüccetlerin resuller olduğunu bildirmektedir.

 

Ben böyle bir delillendirmenin usulu't-tefsiri bilmemekten ya da asabiyetten kaynaklandığını düşünüyorum.

 

Ayet-i kerimeye dikkat ediniz. Bir iki dakikayla da olsa bir mukaddimeye işaret etmek istiyorum. Bizler bazen Allah-u Teâlâ'nın insanlar üzerindeki hüccetlerinin kimler olduğu konusunu ele alırken bazen de bu hüccetlerin neler olduğu çerçevesinde konuşuruz.

 

Ayet ilk mi yoksa ikinci konu mu çerçevesindedir? Ayet “li en la yekune alâ'n-nasi hüccetün ba'de'r-rusuli/insanlara karşı resullerden başka hüccetlerinin olmaması için” şeklinde değildir. Ayet böyle olsaydı İmamiyyenin nazariyesini çürütmüş olurdu. Çünkü bizler insanlar üzerinde Allah-u Teâlâ'nın resullerden başka hüccetlerinin olduğunu iddia etmekteyiz. Ayet ise “li en la yekune li'n-nasi hüccetun bade'r-rusuli" buyurmaktadır. Yani ayet “Ey insanlar! Kıyamet gününden sonra sizin ‘Dinin marifetleri ve hakikatleri, şeriatın hakikatleri bize niçin açıklanmadı?' şeklinde bir mazeret ileri sürme imkânınız yoktur. Çünkü resulleri sizlere gönderdik. Resuller de görevlerini yerine getirdiler” diyor. “Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah'tan korkun. (59/el-Haşr/7)  

 

O resul de bize ‘Size iki ağır emanet bırakıyorum: Allah'ın Kitabı ve İtret'im olan Ehl-i Beyt'im. Bu ikisi de Havuz başında bana varıncaya kadar birbirlerinden ayrılmayacaklardır” buyurmaktadır.

 

- Bu demektir ki ayet resullerden başka hüccet olduğu görüşünü olumsuzlamamaktadır.

 

Ayetullah Seyyid Kemal Haydari Bey'e teşekkürlerimizi sunuyoruz. Sizleri Allah'a emanet ediyoruz. Es-selamu aleyküm ve rahmetullahi ve berekatuhu.  

 

 

 



[1] Muhammed Nasırüddin Albanî, Menziletü's-Sünnet fi'l-İslam ve Beyanu Ennehu la Yustağna anha bi'l-Kur'an, s. 12, Mektebetü'l-Mearif.

[2] Ebu's Sena Şihabuddin Mahmud el Alusî, Ruhu'l Meanî fi Tefsiri'l Kur'ani'l Azim ve's-Sebi'l-Mesanî, c. 21, s. 296,  Tahkik Mahir Habuş, Mektebetü'r-Risale, 1. Basım, 1431

[3] Age, s. 301

[4] Age, agy.

[5] Age, agy.

[6] Age, agy.

[7] Age, s. 305

[8] Age, agy. bedelü'l-küll ve beyan kavramlarını 33. derste açıklamıştık.

[9] Ebu Cafer et-Tahavî, Şerhü Müşkili'l-Asar, c. 2, s. 235-45, tahkik, tahriç ve talik Allame Şuayb el-Arnavut, Müessesetü'r-Risale,  

[10] Age agy.

[11] Age, agy

[12] Age, agy.

[13] Age, agy.

[14] Age agy.

[15] Age, s. 245

[16] Müsnedü'l-İmam Ahmed İbn Hanbel, tahkik Şuayb el-Arnavut, c. 3, s. 160, Hadis No: 1608 Müessesetü'r-Risale,

[17] Müslim İbn Haccac el-Kuşeyrî, Sahihü Müslim, c. 4, s. 213, Tahkik Müslim İbn Mahmud Osman es-Selefî el-Eserî, Darü'l-Hayr

[18] Sahihü Süneni't-Tirmizî, c. 3, s. 523, Tahkik Muhammed Nasırüddin Albanî.

[19] Sahihü Sünen-i İbn Mace, c. 1, s. 58, Tahkik Muhammed Nasırüddin Albanî. 

[20] İbn Said et-Tufî, Şerhü Muhatasari'r-Ravda, c. 3, s. 110

[21] Ebu Abdullah Muhammed İbn Abdullah Hâkim en-Nisaburî, Marifetü Ulumi'l-Hadis ve Kemiyyeti Ecnasihi, s. 230 Talik el-Mutemen es-Sac ve Takî İbn Salah, Şerh ve Tahkik Doktor Ahmed İbn Faris es-Sellum, 2. Basım, Mektebetü'l-Mearif.

 

 

 

Çev: Cevher Caduk

 

 

www.medyasafak.net