Ayetullah Kemal Haydari: Câhiliye Ölümü (1)

Ayetullah Kemal Haydari: Câhiliye Ölümü (1)
Câhiliye ölümü ile ilgili olarak çeşitli tefsirler bulunmaktadır. Kimileri bu ifadeyi ‘‘dalâlet üzere ölmek’’ şeklinde tefsir etmişlerdir. Kimisi de ‘‘Hayır, bu anlama gelmemektedir, câhiliye ölümü gibi bir ölümdür’’ demişlerdir. Câhiliyye küfürdür. Öyleyse bunlar da küfür üzere ölmüşlerdir.

 

 

Sunucu: Rahman Rahim Allah'ın adıyla, hamd Allah'a özgüdür. Salat ve selâm Allah'ın güvenilir elçisi Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a), tertemiz Âl'ine, seçkin ve değerli sahâbîlerine olsun.

 

Allah'ın selâm, rahmet ve bereketi değerli izleyicilerimize olsun. ‘‘Utruhatü'l-Mehdeviyye'' adlı programımızın yeni bir bölümüyle karşınızdayız. Değerli konuğumuz Seyyid Kemal Haydarî Bey hoş geldiniz, sefalar getirdiniz!

 

Seyyid Kemal Haydarî: Hoş bulduk.

 

Sunucu: Efendim, ne kadar güzel bir şey, bu programımızda önemli bir meseleyi ele alacaksınız. Biatin mahiyetini ele alıp incelemeye çalışacağız. Resûlullah (s.a.a.) biat konusuna yüzeysel bir şekilde mi değinmiştir? Özelliklerini ve şartlarını belirtmeksizin biat konusunu öylece bırakmış mıdır?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınır ve Rahman Rahim olan adıyla ve O'nun yardımıyla programımıza başlarım. Salat ve selâm Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a.) ve tertemiz Âl'ine olsun.

 

Önceki programda Mehdîlik meselesiyle ilgili olarak Müslüman âlimler arasında farklı bakış açıları, değişik meşrepler, çeşitli inançsal, fıkhî ve siyasî düşünceler olmasına rağmen aralarında görüş birliğinin gerçekleştiği bazı konuların bulunduğunu belirtmiştik. Bütün bu âlimler âhir zamanda Mehdî-i Muntazar'ın zuhur edeceğinin zorunlu olması noktasında ittifak etmişlerdir. Bu hakkında herhangi bir kuşkunun bulunmadığı zorunlu bir kabuldür. Herhangi bir şekilde inkâr edilebilmesi için bir gerekçe de bulunmamaktadır. Bu konunun, Müslüman bir insanın imanının ancak kendisiyle kemâle erişebileceği akidevi gerçeklerin en önemlilerinden biri olarak kabul edildiğini anlayabiliyoruz. Bu tür meseleler ikincil dereceden değildirler.

 

İkinci olarak rivayetlere göre, Mehdî-i Muntazar olarak geçen bu ilahî ıslahatçı Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) nasla ifade ettiği imamların on ikincisidir ve söz konusu bu rivayetler mütevâtirdir. Bu konu ileride gelecektir. Çeşitli hadislerde farklı ifadelerle geçmektedir;

 

‘‘İmamlar(ın sayısı) benden sonra on ikidir.''

 

‘‘Halifeler benden sonra on ikidir.''

 

‘‘Emirler benden sonra on ikidir.''

 

‘‘Sayıları Benî İsrail'in nakipleri kadardır.''

 

Bu naslarla bağlantılı aydınlatılması gereken çeşitli sorular bulunmaktadır. Bu konuları - ‘‘benden sonra halifeler'' ile ilgili nasları- sonraki programlarda inceleyebiliriz. Çünkü bu tür konuların ‘‘Utruhatü'l-Mehdeviyye'' adlı programımızla doğrudan bir bağı bulunmaktadır. Önceki programlarımızda bir grup âlimin açıkça belirttiği gibi Mehdî-i Muntazar'ın On İki İmamın sonuncusu olduğunu dile getirmiştik. Görüş ayrılığının gerçekleşmediği dördüncü nokta, 12. İmamın ‘‘Ehl-i Beyt'ten, Itret'ten ve Fâtıma oğullarından'' olmasıdır. Bu nasları önceki programlarda okumuştuk. İttifak edilen konularda ulema arasında herhangi bir tartışma söz konusu değildir. Biz bunun delillerini önceki programlarımızda okumuştuk.

 

Gerçi Mehdî meselesinde âlimlerin ihtilaflara düştükleri konular da bulunmaktadır. İhtilafların gerçekleştiği konular aşağıdaki gibidir.

 

İlk konu İmam Mehdî-i Muntazar'ın hayatta olup olmadığı meselesidir. Konumuz İmamımızın hayatta olup olmadığı meselesi değildir.  Onun hayatta olduğuna dair deliller var mıdır? ‘‘Onun ne zaman ve nasıl dünyaya geldiği'' konusunu şimdilik göz ardı ediyoruz. Biz şimdilik bu konuyu ele almıyoruz. Ele alıp incelediğimiz konu, nasların Itret-i Tâhire'den ve Ehl-i Beyt'ten olduğunu söylediği bu Mehdî-i Muntazar'ın hayatta olup olmadığı, diğer bir ifadeyle şu an dünyaya gelmiş olup olmadığı meselesidir.

 

Değerli izleyiciler şu hususu defalarca tekrarladık. ‘‘İmam Mehdî-i Muntazar'' ifadesini kullandığımızda Ehl-i Beyt İmamlarının on ikincisini kastetmek zorunda değiliz. ‘‘İmam Mehdî-i Muntazar'' ifadesi de hakkında ittifak bulunan konulardandır. Bu ifadeyle kastedilen şahıs Mehdî'dir, İmam'dır, Ali ve Fâtıma'nın neslindendir. Mehdî hakkında bu hususta ittifak bulunmaktadır. İslam âlimleri arasında bu konuda görüş ayrılığı yoktur. Dolayısıyla ‘‘İmam Mehdî-i Muntazar'' ifadesini kullandığımızda kimse bizlere ‘‘Onun imam olduğuna siz inanıyorsunuz'' türünde bir itirazda bulunmasın. Bizler âlimlerin Mehdî'nin İmam ve 12 İmamın sonuncusu olduğuna işaret eden pasajlarını okumuştuk. Bir defa daha tekrarlamış olayım. ‘‘On İki İmam'' ibaresini Ehl-i Beyt Okulunun anlamlandırdığı ve anladığı şekilde kullanmıyorum. Bu ‘‘On İki İmam'' ifadesi diğer “On İki İmam” ifadesinden daha geneldir. Bu ‘‘On İki İmam'' teriminin Ehl-i Beyt Okulunun kabul ettiği ‘‘On İki İmama'' uyarlanıp uyarlanamayacağını ileride incelemeye çalışacağız.

 

İkinci konu, ‘‘Mehdî Muntazar'in (a.f.) masumiyeti'' meselesidir. Hakkında görüş ayrılığının gerçekleştiği konulardan biri de -özel anlamdaki Mehdî-i Muntazar'ı kastetmiyoruz- ittifak bulunduğu şekliyle ve anlamıyla İmam Mehdî-i Muntazar'ın hayatta olduğunun ortaya konulmasının ardından yönetim ve şeriatı tatbik seviyesinde masumiyet derecelerine sahip olup olmadığıdır. Söz konusu masumiyet, Ehl-i Beyt Okulunun inancını oluşturan en üst düzeydeki masumiyetten ayrıdır. Şia'nın masumiyet anlayışı ve algılayışı ayrı bir konudur. Diğer bir ifadeyle İmam Mehdî-i Muntazar siz Ehl-i Sünnet'in kabul ettiği ve inandığı bir şekilde masumiyete sahip midir, değil midir? Bu masumiyet İslam âlimleri arasında ittifak edilen tebliğ ve tatbik düzeyinde bir masumiyettir. Öyleyse masumiyet deyince kimsenin aklına Ehl-i Beyt Okulunun bu kavrama yüklediği anlam gelmesin. ‘‘Masum'' kavramıyla bilinen ve kabul edilen anlamı kastediyoruz. Bir diğer ifadeyle, Hz. Peygamber'in (s.a.a.) masumiyetinin kapsadığı anlamı kastediyoruz. Ancak bu masumiyetin sınırları dahi Ehl-i Beyt Okulu ile diğer Okullar arasında ihtilaflıdır. Hatta bu konu, diğer okulların / mezheplerin kendi aralarında da ihtilaflıdır. Öyleyse ihtilafların çıktığı ikinci konu -İmam Mehdî-i Muntazar'ın hayatta olduğu ispatlandıktan veya ileride zuhur edeceği ortaya konulduktan sonra- O'nun masumiyete sahip olup olmamasıdır. Acaba İmam Mehdî (a.s.) masum bir imam mıdır yoksa diğer müctehidler gibi bir müctehid midir? Nitekim kimileri O'nun müctehid olduğunu, bazen yanılıp bazen isabet ettiği görüşünü benimsemişlerdir.

 

Önceki programda şöyle demiştik: Eğer durum bu şekildeyse masumiyetine inanmayanlar O'nun Mehdî-i Muntazar olduğunu ispat etmek için ne tür delillere sahip olduklarını takdim etmelidirler. O da diğer müctehidler gibi bir müctehid ise diğerlerinin O'na uymasını zorunlu kılan nedenler nelerdir? Bu biat neden zorunlu ve vacip olsun ki? Ümmetin bu müctehide itaat etmesi neden vacip olsun? Irak'ta, İran'da, Mısır'da, Arap Yarımadası'nda özetle İslam Dünyasının bütün coğrafyalarında günümüzde de büyük müctehidler bulunmuyor mu? Bunlar da büyük âlimlerdir, kuruluşlar ve müesseseler tesis etmişlerdir.

 

Soru: Bütün herkesin bu İmama itaat etmesinin vacip oluşunun gerekçesi nedir? Yani bunların İmam Mehdî'nin diğer geriye kalan müctehidlerden ayırt edilebilmesi için ileri sürdükleri kriterler nedir? Gerçi bazıları ‘‘O, adaleti ve hakkaniyeti ikame edince Mehdî olduğu anlaşılacaktır. İnsanlar bu özelliğiyle O'nun Mehdî-i Muntazar olduğunu anlayacaklardır'' demektedirler. Bu cevap açık olduğu üzere devri (kısır döngüyü) gerektirir. Çünkü dünyaya adalet ve hakkaniyeti hâkim kılmadan önce insanlar O'na itaat ve biat edebilmek için O'nu nasıl tanıyacaklardır?

 

Özetle görüş ayrılığına neden olan ikinci konu, bu ilahî muslihin masumiyet derecelerine sahip olup olmadığı konusudur. O, masum mudur yoksa bazen yanılan bazen doğruya ulaşan bir müctehid midir?

 

Üçüncü konu: İmam Mehdî-i Muntazar'ın nesebinin İmam Hasan-ı Müctebâ'ya mı yoksa İmam Hüseyin eş-Şehid'e (a.s.) mi dayandığı meselesidir. İnşallah ileride bu kabuller ve görüşler arasında bir çelişki olmadığını da ortaya koymaya çalışacağız. Yani İmam Mehdî'nin hem İmam Hasan'ın (a.s.) hem de İmam Hüseyin'in (a.s.) soyundan gelmesi mümkündür. Bazı yazarların ileri sürdüğü ve oluşturmaya çalıştırdıkları gibi bir çelişki yoktur. Bunlar İmam Mehdî'nin nesep olarak İmam Hasan'ın soyundan olması halinde İmam Hüseyin'in soyundan olmasının mümkün olmadığını kabul ederler. ‘‘Bizimle Şiîler arasındaki farklardan biri de budur'' derler. Gerçekten durum dedikleri gibi midir?

 

İşaret edilmesi gereken dördüncü husus -ki bu da dakik bir konudur- ‘‘İmam Mehdî-i Muntazar'ın babası Abdullah mıdır, yoksa Hasan-ı Askerî midir?'' konusudur. Nitekim onlar İmam Mehdî için Muhammed b. Abdullah el-Alevî ifadesini kullanırlar. Bizler ise İmam Mehdî'nin babasının Hasan-ı Askerî olduğuna inanmaktayız. İnşallah bu konuları ele almaya çalışacağız. Allah-u Teâlâ'ya bütün bu hususlara işaret etme noktasında bize tevfik inayet etmesi için dua ediyoruz. Değerli izleyicilerin bu konuları takip edebilmeleri için programı başından itibaren izlemeleri gerekmektedir. Çünkü bu konular tabiatı itibariyle birbiri ile bağlantılıdır. Her bir konu doğrudan diğer konunun nedeni konumundadır. Bu zincirin halkalarından biri veya bazıları koptuğunda ulaşılmak istenen sonucu elde etmek de güçleşiyor.

 

Sunucu: Seyyidim açıklamalarınız ile ilgili olarak iki tane soru ortaya çıkıyor.

 

- İmam Mehdî'nin hayatta oluşunu incelemenin ne gibi bir önemi vardır?

 

- İmam Mehdî ‘nin hayatta oluşunun faydası nedir?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Değerli izleyiciler ileri süreceğimiz şu kuralı kabul etsinler lütfen. Mehdî-i Muntazar'ın hayatta oluşunun zarureti ve buna terettüp eden yarar nedir? Ehl-i Beyt Okulu, İmam Mehdî-i Muntazar'ın hayatta oluşunun zorunluluğuna inanmaktadır. Yani bu Okula göre O'nun hayatta olması gerekmektedir. Peki, buna ilişkin olarak Ehl-i Beyt Okulunun delilleri nelerdir? Bu konu ileride gelecektir. ‘‘O'nun varlığının yararları nedir'' şeklindeki soruya ilişkin de bu mezhebin özel delilleri bulunmaktadır. Şimdilik Mehdî-i Muntazar'ın hayatta oluşunun zaruriliği ve önemi konusuna Ehl-i Beyt Okulunun inandığı perspektiften ve zaviyeden girmek istemiyorum. Onların ‘‘Yeryüzü masum bir imamdan yoksun olamaz'' şeklindeki inançlarına ilişkin mezhebî dayanakları, esasları, kaideleri ve delilleri bulunmaktadır. Bu ayrı bir konudur. Kimsenin zihninde ‘‘lütuf kaidesine işaret etmek istediğim'' gibi bir algı oluşmasın. Çünkü lütuf kaidesi, içinde pek çok problem barındırmaktadır. Hayır, bu bağımsız bir konudur. İnşallah uygun bir ortam oluşacak olursa bu konuya da değineceğime söz veriyorum.

 

Bu akşam olanaklar elverdiği ölçüde meseleye başka bir açıdan bakmak istiyorum. Galiba İmam Mehdî-i Muntazar'ın hayatta oluşunun sağladığı yararların anlaşılamaması ‘‘hayatta ve mevcud olduğunda ısrar edilmemesi'' için bir neden olmuştur. Bir grup âlim tarafından bu görüş engellenmeye çalışılmıştır. Çünkü ‘‘İmam Mehdî'nin (a.s.) hayatta olmasının veya hayatta olacak olursa varlığının yararı nedir?'' şeklinde kendilerine soru yöneltildiğinde ‘‘bilmiyoruz'' diyecek ve şöyle devam edeceklerdir: ‘‘Varlığı gereksizdir ve herhangi bir faydası yoktur.'' Öyleyse bu konu oldukça önemli ve hayatî bir konudur. Değerli izleyiciler, bu ana meselenin üzerinde etraflıca düşününüz. İslam âlimlerinin tamamı tarafından kabul gören rivayetlerle bu faydayı açıklamaya çalışalım. İşte olaya bu perspektiften ve açıdan yaklaşmak istiyoruz. İslamî hakikatlerden biri de şudur ki -bu husus, bütün âlimler tarafından da kabul görmüştür- boynunda bir imamın biati olmaksızın geceyi geçirmek hiçbir Müslüman için caiz değildir. Bu hakikat hakkında hiç kimse aykırı görüş ileri sürmüş değildir. İster sağa gidin ister sola gidin bütün Müslüman âlimler buna inanmaktadırlar. Bu bir sabitedir, hakkında ittifak bulunmaktadır. Buna ancak câhil veya inatçı bir kimse muhalefet edebilir ki bu da ayrı bir konudur. Hem Ehl-i Sünnet hem de Ehl-i Beyt Okulunun hatta bütün İslamî ekollerin muhakkik âlimleri bunun Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) nassı olduğuna inanmaktadırlar.

 

Değerli izleyicilerimiz izin verirler ise konumuza başlamak istiyoruz.

 

Ele alacağımız ilk kaynak İbn Hazm'ın (ö. h . 456) el-Fasl fi'l-Milel adlı eseridir.

 

Bu eserde İbn Hazm şöyle der:

 

Ebû Muhammed dedi ki; bizim cevabımız şudur: İmâmetin vacipliğine ve biatsız olarak bir gece geçirmenin caiz olmadığına dair Hz. Resûlullah'ın (s.a.v.) açık nassı bulunmaktadır.[1]

 

İşte ‘‘Resûlullah (s.a.a.), ümmeti seçimiyle baş başa bırakmıştır'' diyenler! Hiçbir Müslümanın imama biati bulunmaksızın ‘‘uyuma hakkı'' bulunmamaktadır. İbn Hazm'dan aktardığım bu pasaj, İslam âlimleri arasında ittifak edilen kabullerdendir.

 

Size okuduğum bu pasaj, ulema arasında görüş birliği olan hususlardandır. ‘‘Bu iddianın delili nedir?'' şeklinde bir soru gelebilir. Bu iddianın delili onlarca kaynakta geçen verilerdir. Ben bunların bir bölümüne işaret edeceğim.

 

İlk kaynak: Müsnedü'l-İmâm Ahmed. Rivayet şöyledir:

 

Âsım'ın Ebû Salih'ten, onun da Muaviye'den rivayet ettiğine göre Muaviye şöyle demiştir:

 

Hz. Resûlullah (s.a.a.) şöyle buyurdular: İmamsız olarak ölen kimse câhiliye ölümüyle ölmüştür.

 

Eserin muhakkiki Allâme Şuayb el-Arnavut şöyle der: Bu hadis sahih li-ğayrihidir. Bu hadisin isnadı Âsım dolayısıyla hasendir. İsnadı oluşturan diğer râvilerin tümü sikadır ve Buhârî ile Müslim'in ricâlidir.[2]

 

Allâme daha sonra hadisi nakleden onlarca kaynağın ismini verir.

 

İkinci kaynak Sahîhü İbn Hibbân'dır. Rivayet Muaviye'dendir.

 

Muaviye şöyle demiştir:

 

Resûlullah (s.a.a.) şöyle buyurdular: İmamı olmaksızın ölen kimse câhiliye ölümüyle ölmüştür. Bu hadis sahihtir. İmam Ahmed, Taberânî… rivayet etmiştir.[3]

 

Üçüncü kaynak: Müsnedü Ebî Ya'lâ el-Mevsılî'dir. Rivayet Muaviye'dendir.

 

Muaviye şöyle demiştir:

 

Hz. Resûlullah (s.a.a.) şöyle buyurdular:

 

Üzerinde imam olmaksızın ölen kimse câhiliye ölümüyle ölmüştür. Bu hadis hasendir.[4]

 

Son kaynak: Sahihü Müslim. Rivayet İbn Ömer'dendir.

 

İbn Ömer şöyle der: Ben Resûlullah'ı (s.a.a.) ‘‘…Ve her kim boynunda bir biat olmadığı halde ölürse, câhiliye ölümü üzere ölümle ölür'' buyururken işittim. [5]

 

Öyleyse biz bu rivayetlerin eksene aldığı konuyu incelediğimizde açık ve bariz bir şekilde İbn Hazm ez-Zâhirî'nin belirttiği hususu zikrettiğini görürüz. İbn Hazm ‘‘Bir insanın boynunda bir imama biat olmaksızın bir geceyi geçirmenin mümkün olmadığına dair Resûlullah'ın açık ifadeleri vardır'' demişti.

 

İşaret ettiğimiz bu açıklamada hadisin iki metninden istifade edilmektedir. ‘‘Boynunda bir biat olmadığı halde ölürse, câhiliye ölümü üzere ölür.''

 

‘‘Boynunda biat olmaksızın ölen kimse…'' Bu ikinci metin için doğrudan ‘‘bu biat kime yapılacaktır'' sorusu ortaya çıkmaktadır. Bu sorunun cevabı şudur: Bir imama. Basit ve sıradan bir insana değil. Çünkü biat imama yapılır. Öyleyse bu iki hadisi cemetmeye çalıştığımızda şu sonuca ulaşırız:

 

‘‘…Ve her kim boynunda bir imama biat olmadığı halde ölürse, câhiliye ölümü üzere ölür.''

 

Soru: Bu imam bir tane midir, yoksa zamandan zamana ve dönemden döneme değişmekte midir? Hiç kuşku yoktur ki her zaman bir imam bulunmaktadır. Yani günümüzde de başka bir imam mevcuttur. Bin yıl önce ayrı bir imam bulunmaktaydı ve Hz. Resûlullah (s.a.a.) döneminde bir imam bulunmaktaydı. Resûlullah (s.a.a.) döneminde imam, Resûlullah'ın (s.a.a.) kendisi idi. Yani Resûlullah'a (s.a.a.) biat etmeksizin ölen kimse câhiliyye ölümüyle ölür. Çünkü Resûlullah (s.a.a.) kendi döneminin imamıdır.

 

Sahâbe Ekolüne ve Emevîci din anlayışına bağlı olanlara soruyorum. Resûlullah'tan sonra -onların inandığı üzere- ilk halifeye biat etmeksizin ölen kimse… Onlar ilk halifenin şer´î imam olduğuna inanmaktadırlar. Bu şer´îlik ya nasla ya da ehlü'l-hall ve'l-akd'ın seçimi iledir. Bu o kadar da önemli değildir. Önemli olan kendisine biat edilmesi vacip olan kimsenin kim oluşudur. Bu da ilk halifedir. İlk halifeden sonra da sırasıyla ikinci, üçüncü ve dördüncü halifedir. Daha sonra da Muaviye'ye sıra gelmektedir. Onlar Muaviye'ye, ardından da Yezid'e biat etmişlerdir.

 

İşaret ettiğimiz bu açıklamaya göre hadisin içeriği şöyle oluyor: ‘‘Kendi zamanının imamına biat etmeksizin ölen kimse câhiliye ölümüyle ölür.'' Hadisin içeriği budur. Bu içeriği kabul etmedikleri takdirde ilk ve ikinci halifeye biat edilmesi de vacip olmaz. Ancak Resûlullah'a (s.a.a.) biatin ayrı bir konumu olup kesin vaciptir. Çünkü O (s.a.a.), imamların imamıdır. Ama onlar bunu kabul etmeksizin biatin her zaman için vacip olduğuna inanmaktadırlar.

 

Değerli izleyicilere şu hususu vurgulamak isterim. Bazen ilim erbabı olduğunu iddia eden kimseler sözcüklerle oynarlar.

 

İlk nas: ‘‘Ve her kim boynunda imamına biat olmadığı halde ölürse câhiliye ölümü üzere ölür.''

 

İkinci nas: ‘‘Boynunda biat olmaksızın ölen kimse câhiliye ölümü üzere ölür.''

 

Bir de size Allâme Nâsırüddin Elbânî'den bir pasaj aktaracağım.

 

İbn Ömer şöyle der:

 

Ben Resûlullah'ı (s.a.a.) şöyle buyururken işittim:

 

‘‘Her kim bir eli taattan çıkarırsa kıyamet gününde Allah'a hiçbir hüc­ceti olmadığı halde kavuşur. Ve her kim boynunda bir biat olmadığı halde ölürse câhiliye ölümü üzere ölür.''

 

Bu hadisi Müslim, el-Beyhakî, Hâkim… tahric etmiştir.[6]

 

Buna göre bu sahada aktarılan naslar şunlardır:

 

a-‘ ‘Üzerinde imam olmaksızın ölen kimse câhiliye ölümü ile ölür.'' Yani Resûlullah'tan aktarılan ilk nas budur.

 

b- ‘‘Boynunda biat olmaksızın ölen kimse câhiliye ölümü ile ölür.'' Bu biat İmam'a yapılacaktır.

 

Üçüncü soru: Bu imam, Hz. Resûlullah'tan (s.a.a.) Kıyamet Gününe kadar tek bir imam mıdır, yoksa her zamanın bir imamı mı vardır?

 

Kuşkusuz tek bir imam değildir. Aksi takdirde bütün Müslümanların ilk halifelere biat etmeleri vacip olurdu. Hâlbuki onlar ilk dört halifeye, Muaviye, Yezid, Abdülmelik b. Mervan ve Abdülmelik'in oğullarına biat etmenin vacip olduğu hususunda ısrar etmektedirler. Nitekim Şeyh İbn Teymiyye, bunların 12 halife olduğu hususunda ısrar etmektedir. Hadiste geçen ‘‘halifeler'' sözcüğünü ‘‘meliklere'' nasıl uyarlamıştır, bilemiyorum! Bu ayrı bir konudur, bu konunun detaylarına girmek istemiyorum.

 

Öyleyse vardığımız sonuç şudur: Boynundaki zamanının imamına biat yükümlülüğünü yerine getirmeksizin ölen kimse câhiliye ölümü ile ölmüştür. Hadisin içeriği budur. Bu içerik hakkında herhangi bir kuşku da bulundurmamaktadır.

 

Geliniz, şimdi Şeyh İbn Teymiyye'nin bu hadisi nasıl değerlendirdiğine bir bakalım.

 

İlk önce Allâme Hıllî'nin hadisi ele alışına ve yorumlayışına değinelim. Sonrasında da Şeyh İbn Teymiyye'nin belirtmiş olduğu -seviye düşüklüğünü gösteren- münakaşasına geçelim.

 

Allâme Hıllî şöyle der:

 

Zamanının imamını tanımaksızın ölen kimse câhiliye ölümü üzere ölmüştür.[7]

 

Bu rivayet aslında Ehl-i Beyt Okulunun rivayetidir.

 

İbn Teymiyye ise Allâme'nin hadisi bu şekilde rivayet etmesine ilişkin olarak şu eleştirilerde bulunur:

 

Kendisine ilk olarak şöyle denilir: Bu hadisi bu lafızla kim rivayet etmiştir? Bu hadisin isnadı nerededir? Hz. Peygamber'e sabitliğini ortaya koyan kanalı açıklamaksızın O'ndan yapılan nakille kanıtlandırmaya gitmek nasıl caiz olabilir?[8]

 

Ey miskin, ey câhil! Varsayalım ki hadisin bu varyantının bilinmediği doğru olsun. Ancak hadisin içeriği Resûlullah'tan (s.a.a.) mütevâtir olarak aktarılmıştır.

 

Şeyh İbn Teymiyye'nin kullandığı metot budur. O genellikle reddedemediği birçok yerde çeşitli lafızlar bulur. ‘‘El-Mutarahatün fi'l-Akide'' adlı programlarımızda onun Minhâcü's-Sünne adlı eserinin hadislerdeki tasarruflarla dolu olduğunu görmüştük. O ‘‘Ebû's-Senabil yalan söyledi'' diyor. Bakıyoruz ki muallik, ‘‘bu lafzı bulamadık'' diyor. Yahut ‘‘Konstantiniyye gazasına çıkan herkesin günahı bağışlanmıştır'' diyor. Âlimler de ‘‘buna ilişkin herhangi bir asla rastlayamadık'' diyor.

 

Bir kimse İbn Teymiyye'ye ve bağlılarına ‘‘niçin'' diye soracak olsa o veya takipçileri ‘‘içerik açıktır ve delile ihtiyaç duymamaktadır'' der. İşte kullanılan metot böyle sığ bir metottur. Bilgi yoksunluğu ve sağlıksız bir esasa dayanmaktadır. Bu yöntem ilmî olmaktan yoksun olmasının yanı sıra diğer tarafı ‘‘hiçbir şey bilmeyen bir topluluk'' olarak sunmayı amaçlamaktadır. Hâlbuki ‘‘üzerinde imam biati olmaksızın ölen kimse'' şeklinde üç noktayı cem ettiğimizde işaret ettiğimiz gibi mesele son derece açıktır. İnsan bir imama biat etmek istiyorsa ilk önce onu tanımalıdır. Allâme ‘‘zamanının imamını tanımaksızın ölen kimse'' diyor. Allâme Hıllî bunu, konuya mukaddime olsun diye zikrediyor. Çünkü bir imamı tanımaksızın ona biat etmek hiç kimse için mümkün değildir. 

 

Her neyse... Öyleyse bu mesele müsellem ve hakkında ittifak bulunan hakikatlerdendir. Müslüman bir insanın üzerinde itaat edilmesi vacip olan kendi döneminin imamına biat etmeksizin geceleme hakkı bulunmamaktadır. Gerçi uyarlanacak kişiler noktasında aramızda görüş ayrılığı bulunsa da onlar da bizler de bu ilkeye inanmaktayız.  Onlar diyorlar ki zamanın imamı falanca ve filanca şahıslardır. Bizler ise bu kişilerin İmam Ali, İmam Hasan, İmam Hüseyin ve Hüseyin'in evlatları olduğuna inanmaktayız. Öyleyse kabul düzleminde mesele aslî bir kesinliğe sahiptir.

 

Ortaya şöyle bir soru çıkıyor: Mehdî-i Muntazar'ın Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) halifesi olduğu kesinleştiğine göre hayatta olduğu da ortaya konulacak olursa O'na biat edilmesinin gerekliliği belli olur. İmam Mehdî (a.f.) Hz. Resûlullah'ın halifesidir, 12 İmamdan biridir. Kur'ân-ı Kerim'in dengidir. Kur'ân'dan ayrılmadığı gibi Kur'ân-ı Kerim de O'ndan ayrılmaz. O, Allah-u Teâlâ'nın kendisini tertemiz kıldığı Ehl-i Beyt'tendir. O'nun hayatta olduğu ortaya konulacak olursa başka birisine biat edilmesi mümkün müdür peki? Hayır, asla!

 

Gerçi ‘‘O bizim yaşadığımız şu zamanda mevcut değilse O'nun dışında başka birisine biat etmek mümkündür'' diyebiliriz. Ama bu Mehdî-i Muntazar şu an hayatta ise dinî ve aklî açıdan O'nun dışında başka birisine biat edilebilir mi? Asla! Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) nas ile belirlediği 12 kişiden birisi mevcut olduğuna göre… Onlar Hz. Resûlullah'ın (s.a.a) kimseyi nas ile belirlemediğini söylüyorlar.  Gerçi İmam Mehdî'nin On İki İmamdan birisi olduğunu kabul etmektedirler. Bu durumda İmam Mehdî'ye ilişkin nas mevcut olmuş oluyor. Hz. Resûlullah (s.a.a.) tarafından nas ile atandığı ve hayatta olduğu ortaya konulduğunda O'na biat edilmesi vacip, başka birisine biat edilmesi ise caiz olmamış olur. “Sekaleyn” ve ‘‘benden sonra imamlar on iki kişidir'' hadisleri kanalıyla İmam Mehdî'nin nas ile atandığı ortaya konulabilir. 

 

İmam Mehdî'ye biat olgusundan daha büyük fayda var mıdır acaba? Hadisin siyasî ve toplumsal boyutlarına dalmadan önce olaya inançsal açıdan yaklaşıyoruz.  Mükellef bir kişi ve Müslüman bir şahsiyetin O'na biat etmesi gerekmektedir. Resûlullah (s.a.a.) ‘‘Boynunda bir imama biat yükümlülüğü olmaksızın uyuman caiz değildir'' buyurarak bunu emretmiştir. Peki, kime biat edilecektir? Günümüzde çeşitli cemaatlerin ve yapıların farklı kişilere biat ettiklerini görmekteyiz. Her bir grup bir şahsa ‘‘Emirü'l-Müminîn'' ve ‘‘Halîfetü'l-Müslimîn'' lakaplarını takmaktadır. Çünkü bu aslî ilkeyi bir kenara atmışlardır. Hayatta olan ve kendisine itaat edilmesi farz kılınan asıl imamı göz ardı ediyorlar.

 

‘‘Seyyidim İmam Mehdî'nin hayatta olduğunu ispatlayamadınız'' şeklinde bir itiraz gelebilir.

 

Ben de şimdilik ‘‘Bu şahsın hayatta olduğu ispat edilebilirse kendisine itaat etmek artık kesinleşir'' demekle yetiniyorum.

 

Sunucu: Hz. Resûlullah'tan (s.a.a.) aktarılan nas, bir Müslümanın imama biat etmeksizin gecelemesinin caiz olmadığını ortaya koyuyor. Bu durumda ‘‘Hangi imam, melik, lider ve komutan?'' şeklinde soru gelebilir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Hilafet benden sonra 30 yıl olacaktır. Sonrasında da parçalayıcı-ısırıcı bir meliklik gelecektir. Birileri bu makama askerî darbeyle ulaşacaktır. Kimisi öldürülecektir. Bazıları da sadece cuma namazına gidecekler.

 

Sunucu: Şu anki yöneticilerin çoğunluğu fâsık bir yapıya sahiptir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Sözlerimi genelleştirmek ve siyasî konulara dalmak istemiyorum. Ancak Kur'ân'dan ve Hz. Resûlullah'tan (s.a.a.) aktarılan hadislerden deliller ortaya koymaya çalışacağım.

 

Sunucu: Kendisine biat edilmesi vacip olan imamın en önemli özellikleri nelerdir?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bu konuda üç tane yöneliş ve düşünce bulunmaktadır. Öncelikle değerli izleyiciler, ele aldığımız bazı konuların “Mutarahatün fi'l-Akide” adlı programda işlediğimiz konularla iç içe olduğunu belirtmek istiyorum. Bizler o programda Emevîci din anlayışının ilkelerini ve dinî anlayışlarını açıklamıştık. Nitekim sizler de bu konuların birbirine girdiğini biliyor ve görüyorsunuz. Gerçi bu konulara bu programımızda kısaca değinebiliriz. Ancak konunun detaylarını “Mutarahatün fi'l-Akide programında işleyeceğiz.

 

İslam'da siyaset fıkhı ile ilgili olarak çeşitli nazariyeler bulunmaktadır. Bu üç nazariyeye özet bir şekilde temas etmek istiyorum.

 

İnsanın kendisine biat etmeksizin ölmesi halinde câhiliye ölümü üzere ölmesini gerektiren ve biat edilmesi vacip olan imamın özellikleri nelerdir? 

 

Öncelikle ‘‘câhiliye ölümü'' ifadesine kısaca değinmek istiyorum.

 

Allâme Şuayb el-Arnavut bu hadise şu dipnotu düşer:

 

Câhiliyet ölümü; câhiliye ehlinin sapıklık üzere ölümü gibi bir ölümüdür. O dönemin insanlarının kendisine itaat edebilecekleri bir imamı bulunmamaktaydı. Zira onlar imamı tanımıyorlardı. Yoksa hadisin muradı kâfir olarak ölmeyi kastetmiyor. Aksine asi olarak ölmek kastedilmektedir. Teşbihin zâhir üzere olması da olasıdır. Bu durumda hadisin anlamı şöyle şekillenmektedir: Câhilî ölümü gibi bir ölüm.[9]

 

Sunucu: Yani risâlete iman etmeksizin?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Yahut da iman etmişlerdir ancak hidayet üzere değil de dalâlet üzere ölmüşlerdir. Yani bunlar sırât-ı müstakîm üzere değildirler. Çünkü Hamd Sûresi'nde ‘‘Bize doğru yolu göster. Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolunu, gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil!'' buyurmaktadır. Öyleyse bunlar sapıklık dairesinin içinde bulunan kimselerdir.

 

Câhiliye ölümü ile ilgili olarak çeşitli tefsirler bulunmaktadır. Kimileri bu ifadeyi ‘‘dalâlet üzere ölmek'' şeklinde tefsir etmişlerdir. Kimisi de ‘‘Hayır, bu anlama gelmemektedir, câhiliye ölümü gibi bir ölümdür'' demişlerdir. Câhiliyye küfürdür. Öyleyse bunlar da küfür üzere ölmüşlerdir.

 

‘‘Zâhir üzere'' olması da ikinci olasılıktır. Câhilî bir insan kâfir olarak ölür. Böyle bir şahıs da her ne kadar câhiliye dönemi insanı gibi olmasa da küfür üzere ölür. Oldukça şaşılacak şey doğrusu! Müslüman bir insan küfür üzere ölmektedir! Bu ikinci olasılığın doğru olup olmadığına ilişkin bir değerlendirmede bulunmak istemiyorum. Ancak bir grup âlim bir Müslüman için bunu mümkün görmektedir. Konu konuyu açmakta. Onlar ‘‘Sizler imâmeti inkâr eden kimsenin küfür üzere öldüğüne inanmaktasınız'' diyorlar. İmâmete inanmayan bir insan Müslüman olabilir. Biz onun Müslüman olduğuna yemin de etmekteyiz.  Bu ayrı bir konudur.

 

Hadis ile ilgili iki olasılık.

 

İlk olasılık: Câhiliye ölümü, dalâlet üzere ölüm demektir.

 

İkinci olasılık: Câhiliye ölümü küfür üzere ölümdür.

 

İster sapıklık üzere olsun ister küfür üzere olsun hiçbir Müslüman bu şekilde ölmek istemez. İnançlarına ve Müslümanlığına saygı gösteren bir Müslüman bu hâl üzere ölmekten uzak durur. 

 

Biat edilmesi vacip olan imamın özellikleri hakkında üç tane görüş bulunmaktadır. Şimdi bu konuya kısaca değinip detayını sonraki programlara bırakmak istiyorum.

 

İlk yöneliş: Ehl-i Beyt Okulunun görüşüdür. Ehl-i Beyt Okulu, Resûlullah'tan (s.a.a.) sonra biat edilmesi vacip olan imamların Ali, Hasan ve Hüseyin ile başlayan ve İmam Mehdî ile sonlanan on iki kişi olduğuna inanmaktadır. Buna göre biz şimdi 12. İmam'a yani İmam Mehdî'ye (a.f.) biat etmeliyiz. Ehl-i Beyt Okulunun bu inancında herhangi bir problem bulunmamaktadır. Ehl-i Beyt Okuluna göre her sabah -Hüccet zuhur edinceye kadar- ahd duasını okumak müstehaptır.  Ehl-i Beyt Okulunda herhangi bir kapalılık, belirsizlik, kuşku yoktur. Onların aslî ve akidevî inançlarına göre bu biat, 12. İmam'a yapılmalıdır. Gerçi fıkhî bir konu da bulunmaktadır, ancak ben bu mevzuya girmek istemiyorum. Bu konu bir İslam beldesinde şartları barındıran bir fakihe ve müctehide biat etmenin vacip olup olmadığı meselesidir.  Bu özellikteki bir fakihe de biat edilmesi vaciptir. Çünkü bu biat aslî imâmetin bir feridir. Yoksa İmam'a biat etmekten ayrı bağımsız bir vaciplik değildir. Bundan dolayıdır ki bu velî veya müctehid asıl İmam'ın ortaya koyduğu kuralların dışına çıkacak olursa artık ona yapılan bu biatin hiçbir anlamı yoktur. Bu ayrı bir konu olup konumuzla bağlantısı bulunmamaktadır. Dolayısıyla buna yani ‘‘velâyet-i fakih'' konusuna girmek istemiyorum. Ben akidevî bir mesele hakkında genel bir şekilde konuya değinmek istiyorum. Bu ilk yönelişti.

 

İkinci yöneliş: Büyük bir grup âlimin sahip olduğu görüştür. Bunlar şöyle derler: Şârî, şeriat, din ve Kur'ân, imamları iki kısma ayırmaktadır. ‘‘Sabrettikleri ve âyetlerimize kesinlikle inandıkları zaman, onların içinden, buyruğumuzla doğru yola ileten imamlar tayin etmiştik.'' (Secde, 24) ‘‘Onları, (insanları) ateşe çağıran imamlar kıldık. Kıyamet günü onlar yardım görmeyeceklerdir.'' (Kasas, 41) Öyleyse Kur'ân'a göre imamlar ikiye ayrılmaktadır. Bir bölümü cennete bir bölümü ise cehennem ateşine davet etmektedir. Bundan dolayıdır ki Hz. Peygamber-i Ekrem (s.a.a.) Ammâr'a şöyle buyurmaktadır:

 

Ey Ammâr! Seni azgın bir topluluk şehid edecektir. Sen onları cennete davet edersin, onlar ise seni cehennem ateşine davet ederler.

 

Diğer bir ifadeyle seni öldürecek olanlar dalâlet ve bâtılın imamlarıdır ve bunlar cehennem ateşine davet ederler. Şaşılacak olan nokta şudur ki âlim olduklarını iddia eden câhiller hatta “Şeyhü'l-İslam”lık iddiasında bulunan bazı kimseler Muaviye'nin ‘‘müminlerin dayısı'' olduğunu söylemektedirler! Muaviye kendilerine mübarek olsun! Allah'ım! Onları Muaviye ve Yezid ile haşret! Bir topluluğu seven kimse onlarla haşrolur. Biz sizler için Muaviye, Yezid, Abdülmelik b. Mervan ve evlatlarıyla birlikte haşredilmeniz için dua etmekteyiz. Çünkü bunu siz kendiniz istiyorsunuz.  Bizler ise bunlardan beri olduğumuzu ilan ediyoruz.

 

Sunucu: Cezayir'den Ebû İslam kardeş hatta, buyurunuz.

 

Ebû İslam: Selâmun aleyküm. Ben Sünnî bir Müslümanım. Mehdî-i Muntazır'a her nerede olursa olsun yardım etmek istiyorum. Bana göre bu Mehdî'nin Şia'nın inandığı veya Ehl-i Sünnet'in ya da Senusîlerin inandığı Mehdî olması arasında herhangi bir fark yoktur.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bir insanın kimliği belirsiz bir şahsa biat etmesi makul müdür? Bu Mehdî'nin Senusî veya Sünnî ya da Şiî Mehdî olması makul müdür? Akidevî meseleler belirsizlik üzerine kurulamaz. Kardeşin bu sözü ‘‘Ben Allah-u Teâlâ'nın varlığına inanıyorum. Bu ister falanca ekolün tasavvur ettiği gibi ister filancaların dediği gibi olsun, benim için fark etmez'' sözüne benzemektedir. Böyle bir söz hiç de makul değildir. Bir başka örnek verelim. Sen Resûlullah'a (s.a.a.) inanmak istiyorsun. İnsanlar da Resûlullah hakkında görüş ayrılığına düşmüşlerdir.  Falanca diyor ki ‘‘şu şahıs Allah'ın elçisidir'', filanca da başka bir şahsın Allah'ın elçisi olduğunu iddia ediyor. Sen de bunun üzerine ‘‘ben şu Resûlullah'a (s.a.a.) iman etmek istiyorum'' diyorsun. Bu söz elbette ki mantıklı değildir. Çünkü akide net bir şekilde belirlenmelidir. Dolayısıyla sen Resûlullah'ın nas ile belirlediği ve kendine inanılması vacip olan Mehdî-i Muntazar'ı araştırmalısın ki O'na biat edebilesin. 

 

Sunucu: Ayetullah Seyyid Kemal Haydarî Bey'e teşekkürlerimizi sunuyoruz. Bizleri takip edip programımıza bağlanan kardeşlerimize de teşekkürlerimizi sunuyoruz. Görüşmek üzere. Es-selâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhû.

 

 

 

Çeviri: Cevher Caduk

 

 

Medya Şafak

 

 

 



[1] İmam Ebû Muhammed Alî b. Hazm el-Endelüsî ez-Zâhirî, el-Fasl fi'l-Mileli ve'l-Ehvâ ve'n-Nihal, c. 4, s. 102 Mektebetu'l-Müsennâ, Bağdad.

[2]Müsnedü'l-İmâm Ahmed b. Hanbel, c. 28, s. 88-9, hadis no: 16876, thk: Şuayb el-Arnavut, Müessesetü'r-Risâle.

[3] Sahîhü İbn Hibbân, c. 10, s. 434, thk: Allâme Şuayb el-Arnavut, Müessesetü'r-Risâle, hadis no: 4573.

[4] Müsnedü Ebî Ya'lâ el-Mevsılî, c. 13, s. 366, hadis no: 7375, thk: Hüseyin Selim Esed, Mektebetü'r-Rüşd ve Dâru'l-Memun.

[5] Sahîhü Müslim, hadis no: 1851.

[6] Allâme Muhammed Nâsırüddin Elbânî, Silsiletü'l-Ehâdîsi's-Sahîha, c. 2, hadis no: 984.

[7] Allâme Hıllî, Minhâcü'l-Kerâme, s. 74.

[8] Minhâcü's-Sünneti'n-Nebeviyye.

[9] Sahîh-i İbn Hibbân, c. 10, s. 434, thk: Allâme Şuayb el-Arnavut, Müessesetü'r-Risâle, hadis no: 457.